islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,2327
EURO
37,5418
ALTIN
2.882,55
BIST
8.928,22
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
25°C
İstanbul
25°C
Az Bulutlu
Perşembe Az Bulutlu
27°C
Cuma Yağmurlu
22°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Parçalı Bulutlu
22°C

“Nefsini tanrı edinmek”

“Nefsini tanrı edinmek”
Prof. Dr. Celal Kırca

“Heva”, nefsin bir şeye, genellikle kötü şeylere meyli olarak tanımlanır. Bir başka ifade ile heva, “nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi” veya “doğruluk, hak ve faziletten saparak haz ve menfaatlere yönelmesidir”[1]   Türkçede de heves, istek, arzu ve hoşlanma [2]anlamlarında kullanılmaktadır.

Allah Teala, Kur’an’ın iki yerinde  “hevasını ilah” edinen kişilerden söz ederek Hz. Muhammed’e, “hevasını tanrı edinenleri gördün mü?”[3] der.  Mekkeli müşriklerin, Hz. Muhammed’in peygamberliği ile alay etmelerini,  putlara tapmaktan vaz geçmemelerini, hatta  bu tapmada  ısrarcı olduklarını hatırlatarak böyle bir tanımda bulunur.  Ayetin devamında ise  böyle  insanlar, söz dinlemeyen ve  akletmeyen  kişiler  olarak  açıklanır.[4] İkinci ayette ise, bilgi sahibi olduğu halde gönlünü  İslam’a ve  getirdiği ilkelere  kapatanlar  da  “hevasını ilah edinenler” e  dahil edilir, bu kişilerin gözlerinin ve kulaklarının   perdelediği  ve kalplerinin mühürlendiği  anlatılır.[5] 

Bu ayetlerden,  İslam’a, doğrulara ve  gerçeklere  kör ve sağır olan,  buna karşılık kendi arzu ve isteklerini önceleyerek onlara  dört elle  sarılan   kişilerin,  “ nefislerini tanrı  edinenler”  olarak  tanımlandığı  ve kınandığı anlaşılmaktadır.  Bunu da  Allah Teala,   kendi konumu ile insanının konumunu, “sahip/ efendi” ve “mürebbi” anlamlarına gelen “rabb” ile  “köle” ve “kul” anlamlarına gelen  “adb” kelimeleriyle açıklar. Böyle bir açıklamanın  dayanağı ise, kölelerin efendilerine sadakatle bağlı oluşları ve saygıda kusur etmemeleridir. Dolayısıyla Kur’an, Cahiliye döneminde yaygın olan bu rabb-abd (efendi-köle) ilişkisini anlatan kavramları, Allah-insan ilişkisine taşıyarak insanın, Allah karşısındaki konumunu tanımlamak ve belirlemek için kullanmıştır. Bu anlamda her insan Allah’ın kulu/Abdullah’ dır, ama her Abdullah, “abden lillah/ Allah’a ibadet eden kul” değildir.  Nitekim insanlardan bazıları, Allah’a samimi kul olurlarken bazıları da ya nefsinin kulu,  ya da Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Altına, gümüşe ve lükse kul[6] olurlar.               

Allah Teâlâ, gökleri, yeri ve insanı yaratmış yeryüzündeki bütün nimetleri insanın emrine vermiş;[7] bunun karşılığında da insandan kendisini tanımasını, kendisine itaat etmesini, emirlerini yerine getirmesini[8], yeryüzünü imar etmesini[9], yönetmesini[10] ve kendi iradesine uygun tasarruflarda bulunmasını  istemiştir.  Bunun adı da kulluktur.   Allah Teala ise mabuttur,  bu  da  O’nun  uluhiyetinin ve  rububiyetinin bir sonucu ve  gereğidir. Uluhiyetini ve rububiyetini ise  hiçbir varlıkla paylaşmamıştır ve  paylaşmamaktadır.  Bunun simgesel ifadesi de   “kelime-i tevhit” tir.  Zira “kelime-i tevhit”, uluhiyet hakkının sadece  Allah’a ait olduğunu  ifade eder.

“Nefsini tanrı edinme”  ifadesi,  Allah’ın  kendisine yüklediği kulluk  görevlerinin tamamını veya bir kısmını   terk ederek  kendi  arzu ve isteklerini  tercih eden   ve bu tercihe  göre  bir hayat yaşayan insana  yöneliktir.   Zira bir köle nasıl efendisine  itaat  etmek, sözünü dinlemek  zorunda ise,  bir kul da  Allah’a  kulluk etmek zorundadır. Aksi bir davranış, Rabbine  isyan etmek, dolayısıyla  da nefsini tanrılaştırmak anlamına gelmektedir.  Allah Teala, imtihan gereği  nefsi,  hem  “fücura/ kötülüklere yönelme, hem de takvaya/ kötülüklerden korunmaya yönelme potansiyeline sahip olarak  yaratmış; nefsini kötülüklerden arındıran kimselerin kurtuluşa ereceğini, nefsini arındırmayarak kötülüklere  dalan kişilerin  ise  hüsrana uğrayacaklarını  haber vererek insanı bu konuda uyarmıştır.[11]  Bu amaca yönelik olarak da Kur’an’da  hem  nefsini tanrılaştıranlardan, hem de  nefsini  arındıranlardan örnekler  sunmuştur.

 İlk örnek, Hz. Adem’in çocukları ile ilgilidir. O,  iki oğluna  (Habil ve Kabil’e)  Allah’a birer kurban takdim etmelerini söyler. Onlar da Allah’a kurbanlarını  takdim ederler. Habil,  Allah’a en güzel hayvanını  kurban olarak takdim ederken, Kabil  iyi olmayan ürünlerinden bir  demet  takdim  eder. Allah  Habil’in   sunduğu kurbanı kabul eder, fakat Kabil’inkini  kabul etmez.  Kabil de  kardeşini kıskanır  ve  Şeytanın da vesvesesi ile  nefsine  uyar ve   onu   öldürür.

Kur’an’da  “ahsenü’l kasas” olarak zikredilen  Yusuf suresinde  Hz. Yakup’un, Yusuf’u  kuyuya atan kardeşlerine suçlarını itiraf ederek tövbe etmelerini  ısrarla istemesine rağmen, onların yüksek egoları  sebebiyle  uzun bir  süre  suçlarını itiraf edip Allah’tan af dilemedikleri; Hz. Yusuf  hakkında  ise  evinde  ikamet ettiği kadının  nefsinin arzularına  uyarak ona sahip olmak istediği,  Hz. Yusuf’un  da o kadına meylettiği, ancak Allah’ın yardımı sayesinde  Yusuf’un   o kadının tuzağına düşmediği;[12]  bunun üzerine  onun   “ Ben nefsimi  temize çıkarmam, çünkü nefis Rabbimin merhameti  olmadıkça kötülüğü emreder” [13] dediği anlatılır.

Hz. Davud’a ise  Allah Teala  :“Ey Davut! Biz sana yeryüzünde insanların işlerini görmen için yetki verdik. İnsanların arasında adaletle hüküm ver ve nefsinin arzularına uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan alıkoyar. Muhakkak ki Allah’ın gösterdiği yoldan sapıtanlar için, hesap gününü unutmaları sebebiyle çok şiddetli bir azap var.”[14] diyerek  uyarıda bulunduğu, benzer bir  uyarıyı   da Hz. Muhammed’e yatığı görülür:

“Sen de aralarında, Allah’ın indirdiğiyle hükmet! Onların  arzularına uyma! Dikkat et de Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırıp fitneye düşürmesinler. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah onları bazı günahları yüzünden belaya çarptırmak istiyor. Zaten insanların birçoğu doğru yoldan iyice sapmış bulunuyorlar.”[15]

Hz. Davud ve Hz. Muhammed’e  yapılan bu uyarılar,  aynı zamanda inanan her insana da yapılmış   bir  uyarı demektir. Çünkü hiçbir insan, masum değildir. Peygamber de olsa  her insan, hata etme potansiyeline  sahiptir ve  hata edebilir.   Nitekim Kur’an’da  peygamber hatalarına  yer verilmektedir. Ancak  peygamberlerin diğer insanlardan tek farkının, yaptığı hataların  Allah  tarafından  tashih  edilmesi veya Hz. Yusuf örneğinde olduğu gibi  korunma   ayrıcalığına sahip  olmalarıdır.

 Allah’ın emirleri ile nefsin arzu ve istekleri  her zaman uyum içinde olmayabilir. Çoğu kere de olmamaktadır. Bu gibi durumlarda Allah’ın emrini  tercih etmek, nefsin arzularına ve isteklerine uymamak gerekir.  Bunun  bir örneğini Kur’an bize  Hz. Zeyd ile  Hz. Zeynep’in evlenmesi  konusunda verir.  Cahiliye Dönemi’nde yaşayan güçlü geleneklerden biri  üst tabakaya mensup asil ve zengin kızların, kölelerle veya fakirlerle evlenmemeleriydi. Hz. Peygamber’in en önemli tebliğ metotlarından birisi ise, Allah tarafından gelen emir ve yasakları önce kendisinde; şayet zikredilen hususları kendi şahsında uygulama imkânı bulamamışsa, o emir ve yasakları en yakın akrabasında uygulamasıydı.

Hz. Peygamber, insanları, bir tarağın dişleri gibi eşit kabul ediyordu.  “Takva” dan başka hiçbir özellik, insanlara ayrıcalık getirmemeliydi. Cahiliye Dönemi’nden itibaren devam edip gelen imtiyazlı sınıf hakimiyeti ortadan kalkmalı, eşitlik ve adalet üzerine insanlık yeniden teessüs etmeliydi. Bunun için de en  uygun formül, biri  hür, diğeri köle olan iki kişinin  evliliği idi.  Zeynep’in evliliği,  bu iş için bulunmaz bir fırsattı.

Zeynep’in kız kardeşi bir gün Hz. Peygamber’e gelip Zeynep’in evliliği konusunu açınca, Hz. Peygamber, bu kötü âdetin kaldırılması zamanının geldiğine karar vermiş ve   gidip Zeynep’i evlâtlığı Zeyd b. Hârise’ye istemişti. Bu talep, ailede büyük bir tepkiye sebep olmuştu. Örfün etkisi o kadar güçlüydü ki, Hz. Peygamber’i bile geri çevirmişler ve Zeynep’i vermemişlerdi. Zeynep de bu evliliğe  zaten baştan  karşıydı. Zira Zeyd, her şeyden önce âzad edilmiş olsa bile, neticede  bir köle idi. Üstelik Yemenliydi ve fakirdi. Zeynep ise Kureyşli bir kadının kızıydı ve aristokrat bir aileye mensuptu. Bu evlilik nasıl olabilirdi? Olmamalıydı. Zeynep bu duyguların etkisindeydi ve bu nedenle de  Hz. Peygamber’in bu evliliği ısrarla istemesindeki  amacı kavrayamamıştı.  

Bu durumda bir tarafta Hz. Peygamber’in teklifi ve irade beyanı, diğer tarafta  Zeynep’in   karşı duruşu  vardı,  dolaysıyla Hz. Peygamber’in isteği ile  Zeynep’in arzusu  çatışmıştı. Bunun üzerine  Allah Teala,  “Allah ve Peygamberi, bir şeye hükmettiği zaman  inanan  erkek ve inanan kadına  artık  işlerinde  bir tercih hakkı yoktur. Allah’a ve Resulüne  isyan eden  apaçık bir sapkınlık içindedir”[16]  diyerek  Zeynep ve kardeşini  uyarmış,  bu uyarı üzerine onlar da bu evliliğe razı olmuşlardı.  Böylece  hem çatışma sona ermiş, hem de toplumdaki sınıf farkına dayalı anlayış  ilk darbeyi almıştı. Ne var ki  gönülsüz yapılan bu evlilik  fazla uzun sürmedi, ama söz konusu  kast sitemini de  sarsmaya yetmişti.

Söz konusu ayetlerin ilk muhatabı  her ne kadar   Zeynep ve ailesi   olsa da, bugün bu ayetlerin muhatabı Müslümanlardır. Zira ayetin hükmü onlara  özel değil, geneldir ve bütün  Müslümanları  kapsamaktadır. Bu nedenle  bir Müslümanın  arzu ve istekleriyle Allah’ın  arzu ve istekleri çatıştığında Müslümanın  görevi,  nefsini değil, Allah’ın emirlerini  tercih etmektir.  Nitekim  bu konuda  hem  Hz. Peygamber, hem de  Müslümanlar Allah tarafından    uyarılmışlardır:

“Sen yalnızca onları Allah’ın dinine davet et ve emr olunduğun gibi dosdoğru ol. Onların arzularına uyma ve onlara ‘Allah’ın kitaptan indirdiklerine iman ettim, aranızda adaletle karar vermekle emr olundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizimle sizin aranızda bundan (Kur’an’dan) başka hiçbir bağlayıcı delil yok. Bizim yaptıklarımızın sorumluluğu bize ait, sizin yaptıklarınızın sorumluluğu da size aittir. Allah aramızdaki yapılanları bir araya getirip hükmünü verecektir. Çünkü dönüş O’nadır.”[17]

“Rabbinden açık deliller üzerinde olan bir kimseyle, kendisine yaptıkları kötülükler süslü gösterilmiş ve arzularına uyan kimse eşit midir?”[18]

“ Rabbin azametinden korkup, kendini nefsinin  arzularından men eden kimsenin, varacağı yer Cennet’tir”[19]

Nefsin arzu ve istekleriyle  mücadele gerçekten zordur. Zor olduğu içindir ki Hz. Peygamber, “Mücahit, nefsiyle cihat eden kimsedir”[20] deme ihtiyacı hissetmiş ve  nefisle mücadeleyi büyük cihat olarak açıklamıştır. Özellikle egosu yüksek, benmerkezci ve narsis kişiler için, nefisleriyle mücadele etmek çok daha zordur. Bir reklamda söylenen “ Kontrolsüz güç, güç değildir” sözü, nefis için de geçerlidir. Nefis bir güçtür ve  kontrol edilmesi gerekir. Bu da eğitimle olur. Eğitilmemiş bir nefis  akla  lokomotif olur ve  onu katar yaparak peşine takar. Olması gereken ise aklın lokomotif, duyguların katar olmasıdır.  Nefsi yönetmek ve kontrol etmek ise  ancak  bilgiyle ve bilince dayalı eğitimle mümkündür. Bunu başarabilenler, nefislerine  kul olmazlar, bir diğer ifade ile  nefislerini Tanrı edinmezler.  Zira nefse  kul olmak,  onu  Tanrılaştırmak  demektir. 

Kutlu Doğum Etkinlikleri için gittiğim bir konferansta sevgiden söz etmiş, Peygamberimizin “Sevdiklerinize sevdiğinizi söyleyin!” hadisini anlatmış, sonra da kendisinin eşi Hz. Âişe’ye “Seni birbirinden ayrılmayan bir kör düğüm gibi seviyorum!” dediğini nakletmiştim. Bundan sonra da dinleyicilere “acaba biz evlendikten sonra eşlerimize seni seviyorum diyor muyuz veya kaçımız diyoruz ?” diye de sormuştum.

Konferanstan sonra pek çok kadın dinleyenim yanıma gelerek, eşlerinin evlenmeden önce kendilerine sevdiklerini söylediklerini, ama evlendikten sonra bu sözü ya çok nadir söylediklerini ya da hiç söylemediklerini anlatmışlardı. Ben otobüse binip gelirken zihnimde konferansı değerlendirmeye başladım. O sırada birden beynimde şimşekler çakmıştı. Kendi kendime “Sen ele verirsin talkını, kendin yutarsın salkımı. Sen orada eşlerimize sevdiğimizi söylüyor muyuz? Diye  konuştun. Peki sen bu sözü kendi eşine söylüyor musun?” dedim. Sonra  aklıma, “Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?”[21]  ayeti geldi. Ürperdim.  O an karar verdim. Eve vardığımda eşime, “Seni seviyorum!” diyecektim. Eve geldim. Ama hemen söyleyemedim. Söylemek istediğimde ise, içimden bir ses bana, “Sakın söyleme!” diye âdeta emrediyordu. Ne zaman söylemek istesem, içimden bir dürtü bana “bunu yapma!” diyerek mâni olmaya çalışıyordu. Neredeyse iki ay olmuştu ben hâlâ o sözü eşime söyleyememiştim. Kur’an okuyordum. Nefislerini tanrı edinenlerden bahseden ayete gelmiştim.

Sanki beynimde bir şimşek çaktı. Peygamberimiz “Sevdiklerinize sevdiğinizi söyleyin!” buyuruyor ve kendisi de bunu uyguluyor. Şimdi sen, Hz. Peygamber’in dediğini ve yaptığını mı yapıyorsun, yoksa nefsinin dediğini mi yapıyorsun? Peygamberini değil de nefsini dinliyorsan, böylece onu tanrılaştırmış olmuyor musun ? diye kendi kendime söylendim. Sonra da, “Nefis, seni tanrı edinmeyeceğim!” dedim.

Bulunduğum yerden kalkarak eşimin yanına gittim ve ona kendisini sevdiğimi söyledim.   Eşim,  bu da nereden çıktı dercesine yüzüme şaşkın şaşkın bakmaya başlayınca, ben de olayı başından başlayarak anlattım. Konuşmamı bitirince de, “İşte şimdi nefsimi yendim!” demiştim.


[1] Mustafa Çağrıcı, Heva,  TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul,1998, 17/274

[2] Ferit Develioğlu,  Lügat,Ankara,1970, 428.

[3] Furkân,25/43; Câsiye: 45/23.

[4] Furkan,25/41-44.

[5] Casiye: 45/23.

[6] Tirmizî,. Zühd,8.

[7] Câsiye 45/12,13.

[8] Furkân 25/63-77.

[9] Hûd 11/61 .

[10] Bakara 2/30.

[11] Şems,91/8-10.

[12] Yusuf,12/23-2.

[13] Yusuf 12/53.

[14] Sâd 38(26

[15] Mâide, 5/49.

[16] Ahzab,33/36

[17] Şura,42/15

[18] Muhammed, 47/ 14

[19] Naziat 79/40-41.

[20] Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd, 2. 

[21] Sâf, 61/2,

ETİKETLER: Tanrı
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.