islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3596
EURO
34,8026
ALTIN
2.397,41
BIST
10.208,65
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
19°C
İstanbul
19°C
Az Bulutlu
Cuma Yağmurlu
16°C
Cumartesi Az Bulutlu
18°C
Pazar Açık
20°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
21°C

DİNLEME, KONUŞMA, OKUMA VE YAZMAYA DAİR

DİNLEME, KONUŞMA, OKUMA VE YAZMAYA DAİR

Geleneksel ayet merkezli Kur’an yorumlarından konu merkezli Kur’an yorumlarına yöneliş, henüz emekleme safhasında olsa da Kur’an’ın muhtevasını  konu olarak ele alıp   bir bütünlük içinde anlama ve açıklama çabası içinde  olması  sebebiyle  tefsirde önemli bir  konuma sahiptir.  Zira geleneksel  ayet merkezli  (parçacı/atomik)  anlama  yöntemleri,  her ne kadar  Kur’an’ı  anlamada  etkili  olsalar da, bu yönntemlerin  bazı konuların  anlaşılmasında yetersiz  kaldıkları  da  biliniyor. Dolayısıyla   Kur’an’ı anlamadaki  bu eksikliğin  ve yetersizliğin önemli ölçüde  konulu tefsir  tarafından  giderildiğini söylemenin, abartılı bir ifade olmadığını  düşünüyorum.  Mesela  bilgi elde etme ve elde edilen bilgileri hayata yansıtma konusunda Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e  ilk emrinin “ikra/oku”  olduğunu çoğumuz  biliriz de,  Hz. Peygamber’e  verilen   bu  emirden ( “oku” emrinden )  önce  Hz. Musa’ya “ dinle”; Hz. İsa’ya  da “konuş” emrini  verdiğini; O’nun vereceği  bazı   mesajlar için   kaleme ve yazmaya yemin ettiğini, dolayısıyla kalemi ve yazmayı   bir yemin aracı olarak  kullandığını pek  bilmeyiz.  Bu amaçla  Kur’an’ı incelediğimizde  de  onda  bilgi elde etme vasıtalarının  dinleme,  konuşma, okuma ve yazma  olarak zikredildiğini  görürüz.

Nitekim   “Ateşin yanına gelince  şöyle bir ses işitti: Ey Musa! Benim Ben, senin Rabbin! Şimdi ayakkabılarını çıkar, sen kutsal Tuva vadisinde bulunuyorsun. Ben seni peygamber  olarak seçtim, artık sana vahyolunanı dinle.  Ben öyle bir Allah’ım ki benden başka hiçbir tanrı yoktur. Öyleyse beni gereği gibi tanı, yalnız Bana ibadet et,  Beni anmak için namaz kıl, dua et”[1] ayetlerinden  Hz. Musa’ya “dinle”;

“Meryem (benimle değil, onunla konuşun diye ) çocuğu işaret etti. Halk ‘Biz beşikteki  çocukla nasıl konuşacağız’ dedi. Çocuk konuşmaya başladı: ‘Ben Allah’ın kuluyum, O bana kitap verecek ve beni peygamberlikle görevlendirecektir. Her nerede olursam olayım, O beni kutlu kıldı. Yaşadığım sürece bana namaz kılmayı ve zekat vermeyi emretti. Anneme karşı saygılı olmayı da emretti. Beni zorba ve isyankâr biri kılmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve tekrar dirileceğim gün bana selam olsun. İşte insanların hakkında şüpheye düşüp tartıştıkları Meryem oğlu İsa konusunda gerçek söz budur”[2] ayetlerinden Hz. İsa’ya “ konuş”

Seni yaratan Rabbinin adıyla oku. O Rabbin ki insanı alâk/ rahim duvarına yapışan aşılanmış bir yumurtadan yaratmıştır. Oku! Rabbin büyük lütuf sahibidir. O insana kalem ile yazma yeteneği vermiş. Ona bilmediklerini öğretmişti”[3] ayetlerinden  de  Hz. Muhammed’e  “oku”  emirlerinin  verildiğini;

“O insana kalem ile yazma yeteneği vermiş. Ona bilmediklerini öğretmişti” ayeti ile

“Nûn kalem ve kalemin yazdıklarına  andolsun ki sen  Rabbinin peygamberlik lütfettiği birsin, asla  mecnun değilsin” [4] ayetlerinden  de  Allah Teâlâ’nın,   yazmaya ve yazarak öğrenmenin önemine  dikkat çektiğini ve bize verilmiş  bir  mesaj  olduğunu  anlarız.

Bilindiği gibi  “duyma”  ile “dinleme” arasında önemli bir fark mevcuttur.  Zira duymada  fizyolojik yapı ,  dinleme de ise  irade söz konusudur.  Diğer bir ifade ile duyma  tabiî, dinleme ise iradî bir eylemdir.    Bu nedenle  Allah Teâlâ’nın   Hz. Musa’ya hitabeden  “vahyolunanı dinle”    emrinde, dinleme  eyleminin  bir nesnesi olarak  da “vahy”in gösterilmesi, insanın öncelikle bu yolla gelen bilgilere önem ve değer vermesi gerektiğini  ifade etmektedir.  Bu nedenle her Müslümanın ilk  görevi,    vahiy bilgisine  sahip olmak ve bu bilgiyi elde etmek için  çaba göstermek olmalıdır. Zira bu  emrin  muhatabı, sadece Hz. Musa  ve kavmi değil,  aynı zamanda bütün Müslümanlardır.

Konuşma, insanın doğuştan sahip olduğu yetilerden biridir ve   insanlar arasındaki iletişimi, bilgi ve düşünce aktarımını sağlayan da en etkili araçtır. Ancak  insanoğlunun  doğar doğmaz konuşması, hemen gerçekleşmemekte, belli bir süreyi kapsamaktadır. Bu nedenle Hz. İsa’nın daha beşikte iken konuşması, Allah Teâlâ’nın ona çok özel bir hitabının olduğunu da göstermekte, dolayısıyla  Hz. İsa’nın “konuş” emrine  muhatap olduğu   anlaşılmaktadır.

Hz. Muhammed’e  verilen “oku”  emrinde  ise  dikkat çeken  husus,  Hz. Musa’ya  verilen “dinle” emrinde  olduğu gibi “oku” emrine ait  bir  nesnenin bulunmayışıdır. Bu da  okunacak şeyler  konusunda her hangi bir tahsise gidilmediğini,  dolayısıyla  yazılan her şeyin, her  kitabın  ve  her yazının okunabileceğini  göstermektedir. Fakat bu  okumalarda tek bir şart vardır, o da Allah’ın zikredilmesidir.

“Nûn” Kur’an’ın  indirilen ikinci suresinin adıdır, diğer bir   adı da “Kalem” dir.  Bu surede kalem ile simgelenen yazının, insanın düşünce, tecrübe ve kavrayışlarının kayıtlar aracılığıyla bireyden bireye, kuşaktan kuşağa ve bir kültür çevresinden diğerine aktarılmasında önemli bir etken; bilginin yazılıp korunmasında, ilim ve irfanın gelişmesinde, dolayısıyla toplumların aydınlanmasında vazgeçilmez bir araç olduğuna işaret vardır. Kur’an-ı Kerîm’in ilk inen sûresine (Alak) “oku!” buyruğuyla başlandığı gibi ikinci inen bu sûrenin ilk ayetinde de Allah Teâlâ tarafından yazı aracı olan kaleme ve kalem ehlinin onunla yazdıkları üzerine yemin edilmiş olması, İslâm’ın okuma yazmaya, bilime ve yazılı kültüre verdiği önemi göstermesi açısından oldukça anlamlıdır.[5]  Zira kalem vasıtasıyla ilimler tedvin edilmekte, hikmetler kaydedilmekte, bilgiler zapt edilmektedir.  Kalem sayesindedir ki  insanlar bilgilerini yazıya, kitaba dönüştürüp başkalarına aktarmakta, kalıcı hale getirebilmektedir.  Kısaca uygarlıklar kalem sayesinde süreklilik kazanmış, kuşaktan kuşağa aktarılmış; Allah kalem vasıtasıyla insana bilmediklerini öğreterek onu cehalet karanlığından kurtarmış, ilmin aydınlığına kavuşturmuştur.[6]

Yazmanın önemini Hz. Peygamber’in  uygulamalarında  da görmekteyiz.  Nitekim onun, gelen vahiyleri, vahiy katiplerine yazdırması bunu  ifade etmektedir.. Ayrıca idareciler tarafından  Kur’an’ın Mushaf haline getirilişi ve çoğaltılması, hadislerin toplanması ve yazılması da yazmaya verilen önemin bir başka göstergesidir.

İnsanoğlu, yaratılışı gereği unutma gibi bir yetiye de sahiptir ve bu nedenle de  dinlediklerini ve okuduklarını unutmamak için  kayıt altına  almak zorundadır.  Zira yazılmayan duygu, düşünce ve anılar, kaybolmaya mahkumdur. Dolayısıyla  yazının ve yazmanın önemi asla tartışılamaz.  Zira yazmayan düşünemez,  çünkü  insan  daha çok yazarken düşünür; bilgiyi hazmeder, özümser ve içselleştirir.  Bu nedenle bilgiyi hazmetmeyen  ve düşünmeyen de  bilim yapamaz, bilim yapamayanlar da teknoloji üretemez, teknoloji üretemeyenler de  medeniyet kuramazlar. Çünkü sahip olunamayan şeylerle medeniyet kurulamaz. Dolayısıyla dinlediklerimiz ve okuduklarımız bizim değildir, konuşmadıkça;  konuştuklarımız  bizim değildir yazmadıkça kuralı, her daim geçerlidir.  Bu nedenle  okuyan ve yazan toplumların  sahip oldukları kültür ve medeniyet  ile   okumayan ve yazmayan toplumlar  arasındaki  farlılık, bunun bariz bir göstergesidir.

Yazanlar,  her zaman kazanıyor, kazanmaya da devam ediyor; yazmayanlar ise kaybediyor. Zira bugün Batı toplumlarında  oluşan Türk ve Müslüman düşmanlığının  temelinde  anlatılan hikayelerin, çeşitli vesilelerle  yazılan yazıların ve hatıraların   etkileri görülüyor.  Nitekim Yusuf Ziya Ortaç, “ Bir Varmış Bir Yokmuş Portreler”   kitabında “Batı’da zengin bir hatıralar edebiyatı vardır. Biz bu yönden züğürdüz. Hatıralarını yazmış padişah, vezir, serdâr tanıyor musunuz? ‘Evet’ diyemeyeceğiniz kadar az, değil mi?” diyerek, devlet ricâlinin yeterince hatıralarını yazmayışından şikâyet ettiğine  göre  bu konuda  bizim çok gerilerde kaldığımız  anlaşılıyor.  Maalesef   gereği  gibi okumama ve yazmama  bizim ana sorunlarımızdan biridir  ve  sorun olmaya da  devam etmektedir.   Yazımı, okuma ile ilgili bir hatıramla sonlandırmak istiyorum:

İstanbul  İmam-Hatip Okulunda okurken  Nahit Babaoğlu, isimli  hocamız  vardı,  Türkçe  dersimize gelmişti. Bir gün, bize nasihat ederken ders dışında da bilgi elde etmek için çaba göstermemiz, bunun için de elimize geçen her şeyi, hatta yolda ayağımıza takılan bir gazete parçasını dahi okumamızı, okuyarak elde ettiğimiz o bilginin bir gün mutlaka işimize yarayacağını söylemişti. Aralık ayı içindeydik.  Birkaç arkadaşımla birlikte Fatih-Çarşamba semtine  doğru gezmeye çıkmış, okula geri dönüyorduk. Hava bulutlu ve kapalı idi. O zamanlar şimdiki gibi yollar asfalt değil, taşla kaplı idi ve temiz de değildi. Rüzgar esince göz gözü görmeyecek derecede yolları toz bulutu kaplardı. Geri dönüş sırasında da buna benzer bir durum hasıl olmuştu.

İsmail Ağa Camiinin yanından geçerken, ayağıma bir kağıt parçası takıldı. Hem yürüyor hem de ayağıma takılan o kağıt parçasından kurtulmak için çabalıyordum. Tam o sırada Türkçe hocamızın sınıfta söyledikleri aklıma geldi. Hemen eğildim ve o kağıt parçasını alıp katlayarak cebime koydum. Mütalaa başlayınca önce ödevlerimi yaptım, okumam gereken yerleri okudum, sonrada cebimden ayağıma takılan o kağıt parçasını çıkartarak okumaya başladım. Bu kağıt parçası bir zamanlar popüler bir dergi olan Hayat Mecmuası’nın orta sayfasına aitti. Kağıtta büyük harflerle “Mevlana Celaleddin  Rumî” yazıyordu. Yazıyı sonuna kadar okudum. Ama o yazıdan bazı yerleri hariç, çok şey anladığımı söyleyemem. Zira Mevlana Rumî ifadesi bana yabancı gelmemişti ama, Mevlana kelimesi ile de Rumî kelimesini bir türlü bağdaştıramamıştım. Hem Mevlana hem Rumî nasıl olunurdu? Aklıma bir türlü yatmamıştı. Ayıplanmaktan çekindiğim için de bunu kimseye soramamıştım.  Yıllar sonra Rumî’nin ne olduğunu  öğrenecektim.

O hafta Türkçe hocamız derse geldiğinde; “Çocuklar bu hafta Mevlana’nın ölüm yıl dönümü. Mevlana kimdir? Kim ne biliyor?” dedi. Kimseden bir ses çıkmadı ve parmak kaldıran da olmadı. Ben biraz ürkek, biraz korkak bir tavırla parmak kaldırmaya çalıştım. Cesaretim yoktu. Hoca yine de beni görmüş olacak ki; “ Sen galiba bir şey söyleyeceksin, çekinme haydi söyle evladım” dedi. Ben de okuduklarımdan aklımda kalanları anlatmaya çalıştım. Kısaca Konya dedim, Şems-i Tebrizî dedim. Belh dedim. O gün ne söylediğimi ayrıntılarıyla hatırlamıyorum, ama bir şeyler söylediğimi de iyi biliyorum. Türkçe hocamız bunun üzerine numaramı sordu ve bana sözlü notu olarak “on” verdi. Hayatımda ilk not ödülünü, o gün o kağıdı okumuş olmamdan ve edindiğim bilgiden dolayı almıştım.

Nahit  Hoca  bana, bu bilgiyi nereden öğrendiğimi sordu. Ben de ona siz dersimizin birinde bize yolda bulduğumuz bir kağıt parçasını bile okumamızı söylemiştiniz, ben de yolda gelirken ayağıma takılan bir kağıt parçasını alarak okuduğumu, bu bilgiyi oradan öğrendiğimi söyledim.  Nahit Hoca’nın, yüz ifadesinden bu açıklamamdan dolayı çok memnun kaldığını anlamıştım. Zira verdiği öğütlerin bir öğrencisi tarafından yerine getirilmesi onu ziyadesiyle mutlu etmişti. [7]

[1] Tâhâ,20/11-14.

[2] Meryem,19/29-34.

[3] Alâk, 96/1-5.

[4] Kalem,68/1-2.

[5] Hayrettin Karaman ve  diğerleri, Kur’an Yolu, Ankara 2004,  5/355.

[6] Hayrettin Karaman ve  diğerleri, Kur’an Yolu,5/598.

[7] Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikayesi, İstanbul 2018, s. 52-53.

 

Prof. Dr. Celal Kırca

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. recep uzun dedi ki:

    Rabbim kalemi ve kelamı onun rızası doğrultusunda kullanmayı nasip etsin muhterem üstadım!