Mesed (111) Sûresinin Ebu Leheb ve karısının cehennemdeki tasviri bir yönüyle cahiliyeye politik ve sosyal bir meydan okumadır, eğer yaşadığımız zamanda Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi kişilik profilleri yaşıyorsa, bittabi Kur’an’ın söz konusu kişiler üzerinden verdiği mesaj bugün de canlılığını, güncelliğini devam ettirmektedir.
Hz. Peygamber ile Ebu Leheb hem yakın akraba hem de hısımdılar ama iş kavşak noktasına geldiğinde yakın akrabalık veya hısımlık işe yaramadı, kan ve akrabalık bağına dayalı dayanışma her zaman insanların hayrına olmayabilir, Mekke’nin hakim zümreleri Hz. Peygamberi, akrabalar arasındaki geleneksel bağını bozmakla, yakınları birbirine düşürmekle suçluyorlardı, bu bir ölçüde doğruydu ama Hz. Peygamber’in mesajı sahih bağ ve dayanışmanın adalet, paylaşım, hakkaniyet üzere olması gerektiği fikrine dayanıyordu.
“Bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sevketmesin. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (5/Maide, 2.)
Bugün de ittifaklar ya iyilik vehukuku ikame etmek üzere kurulur ya da zayıflar üzerinde tahakküm ve hegomonya kurmak üzere tesis edilir. Bizim “ittifak veya yardımlaşma” olarak çevirdiğimiz kelime “teavun”dur, kelime geniş bir anlam setine sahiptir; içine askeri ve siyasi birlikler girdiği gibi cemaat, stk, dernek, vakıf, parti, oda, sendika vb. onlarca birlik ve birleşme girer. Cahiliye döneminde kabile dayanışması temeldi, herkes kendi kabilesine yardım ederdi, onun organik bir parçasıydı, kabileden olmayan ancak “mevla” olabilirdi ki, mevla her şeye rağmen kabile üyeleri gibi şeref /prestij sahibi ve koruma altına değildi. Hilfu’l fudul hariç, yapılan hilfler (anlaşmalar/ittifaklar) güçlülerin zayıflara karşı birleşmelerinden ibaretti.
Mekkeliler, Hz. Peygamber (s.a.)’in başladığı tebliğ karşısında tevhid veya şirkten birini tercih etmek durumunda kaldıklarında, selim akıl ve temiz fıtrat/vicdan sahipleri “sebep asabiyeti”ni “neseb asabiyeti”nin üstüne çıkardılar.
Mühim bir noktayı gözden kaçırmamak lazım:
Tevhid ve şirk soyut, hayattan kopuk, salt felsefi kavramlar değil, hayatın süren her pratiğinde karşılığı olan temel tercihleri ifade ederler. Hiçbir tercih ve eylem boşlukta değildir. İyiler de kötüler de amellerinin karşılığını göreceklerdir. Kim dünyada ne kötülük yapmışsa, hangi suç ve günahları işlemişse, kimleri mağdur etmişse –mümkünse dünyada, dünyada olmasa da, çünkü bazan dünyada adalet gerçekleşemiyor- ahirette ve elbette cehennemde onu bekleyen azap yapıp ettiklerinin karşılığı o olacaktır, ne eksik ne fazla. Hak, hukuk, hakikat ve hakkaniyetin kaynağı Cenab-ı Hak, bir hikmet ve sebep üzere ihmal eder (mühlet verir) ama ihmal etmez, haklının hakkını haksızın yanında bırakmaz.
(Rahmetli babam, kendisini çok mağdur eden birinin ölüm anında yanı başındaydı. Hanımı, babamdan hakkını helal etmesini istedi ve çok rica etti. Babam yeminle “Helal olsun, diyeceğim ama bir türlü dilim dönmedi, kaç defa teşebbüs ettim. Sonunda o bana yalvarır gözlerle bakarken, gözyaşlarım yanağıma düşerken, dilimden şu cümlecik düştü sadece: “Beka’l hak, li-yevmı’l hak.”
Sonuç itibariyle “Dünya ahiretin tarlasıdır”, burada ne ekilmişse, orada biçilecektir. (Bkz. Tur, 16; Zümer, 24.) İyiliklerin ödülü fazla fazla, kötülüklerin cezası misliyle karşılık bulacaktır.
Mekke hâkim güçleri, efendiler ve zenginler ilk inen ayet ve sûrelere bakarak adeta çıldırıyorlardı. Çünkü cennet ve cehennem tasvirlerinde kendileri –kişilik profilleri- cehennemde diz üstü çökertilmiş vaziyette tasvir edilirken köleler, yoksullar ve ezdikleri insanlar, yani onlara göre aşağı sınıf ve zümreler cennette, tahtlar üzerinde kurulmuş mutlu hayat sürüyorlardı. Bu yüzden öfkeyle şöyle diyorlardı:
“-Şu Muhammed’in kitabına, dinine bakın. Biz efendileri ve soyluları cehenneme, kölelerimizi, hizmetçilerimizi cennete gönderiyor!”
Karı-koca ilişkisinin İslam’a karşı kurduğu güçlü ittifak, sosyolojik açıdan İslam’ın zuhurundaki gelişmeleri ve yaşanan olayları; salt tarihsel durumlar, söz gelimi kabile yapısı, kan bağı veya aşiret ilişkileri veya bunlar arasındaki rekabetle açıklamanın mümkün olmadığını gösterir. Eğer salt kabile, aile veya aşiret yapısı belirleyici olsaydı Ebu Leheb, yeğeni Hz. Muhammed (s.a.)’i destekler, Haşimoğullarının Beni Ümeyye’ ye karşı güç, inisiyatif ve avantaj kazanmasına çalışırdı. Ama o, ilave bir duygunun, eski bir olayın nefsinde bıraktığı derin izin etkisinde yani kardeşi Ebu Talib’le olan ihtilafında yeğeninin kardeşinin yanında yer almasını unutmamış; kibrini, nefsinin kışkırtmalarını yenememiş ve bu psikolojik durum, onu aslında maddi/sosyal çerçevede ailesi olan Haşimoğullarına karşı Beni Ümeyye’nin saflarında Peygamber’e karşı tutum almaya sevk etmiştir. Kabile yapısı belirleyici faktör olsaydı, Ebu Leheb, yeğenini desteklerdi; bu olayda asıl belirleyici faktör, nefsin heva ve hevesi, kibir, hak ve hukukun, eşitlik ve adalet fikrinin insana ağır gelmesidir.
Kabile, aşiret, etnisite-kavim, ulusal çıkar, sınıf, zümre, parti, dernek veya cemaat dayanışması, ekonomi, rekabet, iklim, coğrafya, iktisadi-politik veya stratejik ilişkilerin tümü “etkileyici faktörler”dir ve elbette sosyal ve tarihsel olayların akışında rol oynarlar ama “belirleyici faktör” nefsin heva ve hevesi, hiçbir sahici temele dayanmayan istek ve arzular, insanın esiri olduğu tutkular, hak ve hukuka karşı adaletsiz tutumda ısrardır.
Bu surede anlatılanlar ve isim zikredilerek kişilik profilleri çizilen aktörler önemlidir. Burada söz konusu olan sadece Ebu Leheb ve karısı Ümmü Cemil değil, birer kişilik profili, erkek ve kadın tiplemesidir. Bu tiplemeler kurgusal değil, yaşanmış bir tarihte gerçek şahıslar üzerinden anlatılmaktadır. Bu, bize Kur’an’ın genel üslubu konusunda bir fikir verir. Şöyle ki:
Kitabın 23 senede ve çeşitli olayların vukuu üzerine inmiş olması, inişini (Nüzul) olayların veya belli bir tarihte ve toplumda yaşamış bulunan insanların yönlendirdiği anlamına gelmiyor; aksine bunların, vahye konu olan bilgi, haber ve hükümlerin inişine vesile kılındığını gösteriyor. İnsanların içinde aktör olduğu olayların taayyünü Levh-i Mahfuz’da, vukuu tarihte, 610-632 yılları arasında Arap yarımadasındadır. Kur’an boşluğa inmemiştir, insanlara hitap etmiş, onların inanç, düşünce ve eylemlerinin kritiğini yapmış, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, fayda ile zararı birbirinden ayırmıştır.
Şu halde Mesed sûresinin, Hz. Peygamber (s.a.)’e büyük düşmanlık gösteren o zamanın Mekke’sinde yaşayan salt Ebu Lehep ve karısıyla ilgili olduğu söylemek büyük bir yanılgıdır; başka bir ifadeyle sûrenin anlam çerçevesinin salt mekân olarak Mekke, zaman olarak Miladi 610-623 arası dönem ve şahıs olarak Ebu Leheb ve karısıyla veya diğerleri Ebu Cehil, Velid bin Muğire ile sınırlandırılması gerektiği öne sürülemez. Belki bütün zamanlar için bu pozisyonda olan yani Hakikat, hak, hukuk, hakkaniyet, doğru yol, adalet, eşitlik, özgürlük ve Allah’a teslimiyete açılan yolları tıkayan, bu yollara işaret eden ve çağıran insanlara zorluk çıkaran erkeklerle ve kadınlarla ilgili evrensel bir bilgi ve haber olduğu söylenebilir. Kibir, haset, kin, zulüm, baskı, haksızlık, adil olmayan çıkar ilişkisi ve bu çerçevedeki sınıf dayanışması, kabile taassubu, ırkçı ayırımlar, komplolar, hileli düzenler, şiddet, baskı, ahlaki çürüme, partizanlık, sömürü; insanları doğruya götüren yolları tıkayan engeller, insan ile hakikat arasına çekilen perdeler hükmündedirler.
Çevremize dönüp bakacak olursak, İslam’a ve Müslümanlara karşı düşmanlıkta ileri gitmiş yüzlerce ve binlerce Ebu Cehiller, Ebu Leheb tipi erkekler ve Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil tipi kadınlarla karşılaşmamız mümkündür. Bunlar, İslam’ın zuhurunda yaşasalardı, Ebu Leheb ve karısının yanında yer alırlardı. Bu açıdan Kur’an elbette insana tarihin içinden konuşur ama tarih bir anlatım, bir ifade aracıdır sadece. Başka bir deyişle Kur’an tarihsel değildir; onun mesajını, evrensel hükümlerini özel tarihi durumlar vücuda getirmez.
Ali Bulaç
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-