islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3863
EURO
34,7722
ALTIN
2.405,67
BIST
10.195,10
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
19°C
İstanbul
19°C
Az Bulutlu
Cuma Yağmurlu
17°C
Cumartesi Az Bulutlu
19°C
Pazar Açık
20°C
Pazartesi Az Bulutlu
22°C

“MÜELLEFE-İ KULÛB”A İSLAM’IN İHTİYACI YOK MUDUR?

“MÜELLEFE-İ KULÛB”A İSLAM’IN İHTİYACI YOK MUDUR?
24 Haziran 2023 09:30
A+
A-

Her insan, güler yüz ve tatlı dilden, iltifattan, kendisi için yapılan fedakârlık ve yardımlardan az veya çok etkilenir ve bunlardan da bir ölçüde memnun kalır. Zira bu tür tavır ve davranışlar,  insana değer verildiğini ve ona düşmanca bir tavır takınılmadığını gösterir, dolayısıyla da karşılıklı  ilginin, sempatinin ve güven ortamının doğmasına yardımcı olur.  İyi biliyoruz ki genellikle  sempatinin sonucu, sevgi; sevginin sonucu ise inanmadır.  Nitekim  bu prensipleri Kur’an’ın  teşvik ettiği ve peygamberlerin de  uyguladıkları görülmektedir.  Mesela, Hz. Musa’nın, Medyen’e ulaştığında hayvanlarını sulamakta güçlük çeken iki genç kıza yardım ettiği ve daha sonra bu iki kızın babası tarafından işe alındığı, Kur’an’da  zikredilen bir olaydır. Kur’an-ı Kerim’in,  ayrıca “sadaka”, “infâk”, “it’âm”, “ihsan” ve “karz-ı hasen” kavramlarıyla, insanları fedakârlığa ve yardıma teşvik ettiği; köle ve esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması ve  insanların kalplerinin İslam’a ısındırılması/ müellefe-i kulub için  zekat  verilmesini  emrettiği de  bilinmektedir. Tevbe suresinin 60. Ayetinde  zikredilen  sadaka/zekât verilecek insanlar arasında “müellefe-i kulûbun/ kalpleri (İslâm’a) ısındırılacak kişiler”in de yer alması, verme ile kalbin yumuşaması arasında doğrudan bir ilişkinin kurulması, bir tebliğ yöntemi olarak bu  kavramın önemini daha da artırmaktadır. Nitekim şu ayetlerde de böyle bir  mesajın yer aldığını görülmektedir:

“Bir zamanlar  birbirinize düşmandınız; Allah kalplerinizi birleştirdi ve böylece O’nun lütfuyla  kardeş oldunuz”[1]   ayeti ile  “Allah müminlerin kalplerini-gönüllerini  birleştirmiştir. Sen dünyaları harcasaydın onların kalplerini birleştiremezdin; fakat Allah onları birleştirmiştir”[2] ayeti, bunu ifade etmektedir. Kureyş suresinin ilk ayetinde yer alan “îlâf”  sözcüğüne  farklı  terim anlamları verilse de,  kavram anlamında bu mana  da mevcuttur.

Müellef, “yakınlaştırmak, birleştirmek, ısındırmak”  anlamlarına gelen “e l f”(ülfet)  kökünden  türemiş bir  kavramdır ve yakınlaştırılan ısındırılan, imtizaç ettirilen demektir. Kulûb ise kalb kelimesinin çoğuludur. Bir terkip olarak “gönülleri ısındırılacak kimseler” demektir. Dinî literatürde bir fıkıh terimi olarak  da aynı anlamda  kullanıldığı bilinmektedir. Müellef kavramı ayrıca te’lif edilmiş,  birleştirilmiş anlamında kitap için de  kullanılmakta, dolayısıyla  te’lif edene de  müellif denilmektedir. [3]

Hz. Peygamber, İslam’a karşı alaka duymayan kişilere ve kabile başkanlarına zekat vermiş ve böylece onların kalplerini İslam’a ısındırarak taraftar kazanmak istemiş veya en azından İslam’a olan kin ve düşmanlıklarını azaltmayı hedeflemiştir. Hz. Peygamber’in bu uygulamasını Hz. Ebû Bekir, halife olunca aynen devam ettirmiş ve toplanan zekâtlardan kalpleri İslam’a ısındırılacak kişilere ödemelerde bulunmuştur. Fakat Hz. Ömer, halife olunca, aralarında Uyeyne b. Hısn’ın da bulunduğu bu kişilere ödemeyi durdurmuş ve “İslam’ın Uyeyne b. Hısn gibi kişilerin dostluğunu kazanmaya artık ihtiyacı kalmamıştır” [4] diyerek toplanan zekâtlardan bunlara bir pay vermemiştir. Bu konuda nakledilen bir diğer olay da şudur: Medine’de devlet muhasebesi işlerinde çalışan ve İslam’ı henüz kabul etmemiş bazı gayrimüslimlerin kalplerini kazanmak maksadıyla onlara birtakım hediyeler verilmesi Hz. Ömer’e teklif edilmiş; Hz. Ömer de buna kızmış ve “Maddi kazançlar için ihtida eden kimselere İslam’ın ihtiyacı yoktur!” [5]diyerek bu teklifi reddetmiştir

Hz. Peygamber tarafından uygulanan ve Hz. Ebû Bekr tarafından da uygulaması devam ettirilen bir  kuralın, Hz. Ömer tarafından ilgâ veya nesh edildiğini düşünmek,  doğru olmayan  bir düşünce tarzıdır. Zira Hz. Ömer’in bu uygulamasında, şartlara bağlı bir durum söz konusudur ve bu uygulamanın  ilga ve nesihle de  bir  ilişkisi söz konusu değildir.   Nitekim Taberî (ö.310/922), Câmiu’l-Beyân adlı tefsirinde Tevbe Sûresinin 60. ayetini açıklarken, bu konudaki görüşleri ve rivâyetleri naklettikten sonra şöyle demektedir: Allah vergileri iki gaye için emretmiştir: Bunlardan biri Müslümanların arasındaki fakirlerin yardımına koşmak, diğeri de İslâm’a yardım etmek ve onu güç­lendirmek içindir.  İslâm’a yardım etmek ve onu güçlendirmek husu­sunda fakirlere olduğu kadar zenginlere de sadaka verileceği muhakkaktır. Kalpleri kazanılacak kişilere, zengin dahi olsalar İslâm dâvasının iyileşmesi ve kuvvetlenmesi için yardım yapılması da bu tür yardımlardandır. Bu durumda günümüzde bir kimsenin çıkıp da, İslâm’ın artık kalpleri kazanmaya ihti­yaç kalmadı, çünkü Müslümanların sayısı arttı ve düşmanlara karşı kendisini müdafaa edecek güce geldi, demesi haklı sayılmaz.[6]

İbn Arabî (ö.542/1147)’ye göre, İslâm güçlüyse kalpleri ısındırmak için insanlara yardım etmeye gerek yoktur. Şayet yar­dıma ihtiyaç duyulursa, Hz. Peygamber’in yaptığı gibi yapılır ve devlet gelirlerinden bir kısmı bu kimselere verilir. Zira Hz. Pey­gamber, “İslâm garip olarak başlamıştır ve yeniden ilk başladığı gibi garip hale gelebilir[7] buyurmuştur. Bu yorumlardan da anlaşılıyor ki, kalpleri İslam’a  ısındırılacak kişiler, Hz. Peygamber dönemiyle sınırlı  değildir. Zira  her zaman ve her  mekanda gönlü İslâm’a ısındırılacak kişilere ihtiyaç bulunmaktadır. Çünkü bir kişinin İslâm’la müşerref olması, Müslüman  için bir  mutluluk vesilesidir.   Dolayısıyla  ayetin hükmünü  belli  gruplara ve   belli bir döneme  ait kılmak, söz konusu  değildir.

Müellef-i kulûb,  dinî bir terim olarak  her ne kadar  sadaka/zekat  verilecek  gruplardan birini ifade etse de,  kavramsal anlamı  daha  geniştir ve  daha geneldir. Zira  gönülleri İslâm’a ısındırmak veya düşmanlıkları azaltmak için  insanlara sadaka/zekat vermenin dışında  başka yollar da bulunmaktadır. Bunlar arasında, güler bir yüz, selam verme, hal-hatır sorma,  yardım etme vs. gibi  olumlu tutum ve davranışlarla  da insanların gönülleri kazanılabilir. Nitekim Kur’an bize  bu konuda da yol göstererek, insanları Rabbimizin yoluna hikmetle ve güzel öğütle  çağırmamızı ve gerektiğinde  de onlarla güzel  mücadele  etmemizi istemektedir.[8]  Nitekim Müslümanlık tarihinde de bunun pek çok  örnekleri mevcuttur.

Şu husus ala  unutulmamalıdır: Hiçbir kimse, kendine kaba ve katı davranan, aşağılayan, horlayan, hakaret eden, ötekileştiren insanları sevmez, sevmek istemez; sevmediği insanların da fikirlerine ve  düşüncelerine iltifat etmez.   Bu nedenledir ki insan, fıtratı gereği kendine değer verenleri, daha da önemlisi değer verdiğini hissettirenleri daha çok  sevme  eğilimindedir.  Kaldı ki   bu  tür davranışlarda   ve yardımlarda  çift yönlü bir menfaat  de söz konusudur.  Zira vermenin, faydası, sadece verilene değil, aynı zamanda verene de dir. Bu, bir anlamda hayat kurtarmak için kan vermeye benzer. Verilen kan, bir hayat kurtarır ama aynı zamanda kan verenin sağlığını da korur veya koruyucu hekimlik görevi yapar. Birisi, almakla sağlığına kavuşurken; diğeri de vermekle sağlığını korur. Psikolojik bir bakış açısıyla söyleyecek olursak birisi, alma duygusunu  tatmin ederken, diğeri de verme ve fedakârlıkta bulunma duygusunu tatmin eder.  Dolayısıyla  biri, Allah rızasını kazanmak  amacıyla verdiği  ve  O’nu rızasını kazanmayı umduğu için mutlu olurken; diğeri ise ihtiyacı giderildiği için mutlu olur.

Dün olduğu gibi  bugün de İslâm’ın gönül kazanmaya;  bunun için de her  Müslümanın,  yapıcı ve kırıcı olmayan  sözlerle,  tutum ve davranışlarla “gönüller yapmaya” ihtiyacı  vardır.  Bu nedenle en iyi tebliğ, temsil  ile yapılan tebliğdir;  davranışa dönüşmeyen sözlerle, cidalle ve savaşla yapılan tebliğler değildir.  Nitekim “En güzel tebliğ, temsil  etmektir ” sözü, bu gerçeğin bir  ifadesidir. Çünkü iyi bir temsil, ruhların fethine zemin hazırlar ve  gönül kapılarının açılmasına da vesile olur. Emin Işık Hoca’nın da dediği gibi, “ Kılıçların yaptığı işgal, kılıçların kestiği müddetçe devam eder. Çünkü demir paslanır, kılıç körelir. Ruhların yaptığı fetih ise ebediyen devam eder. Çünkü ruh ebedidir”.

Prof. Dr. Celal Kırca

                                                              

[1] Al-i İmrân, 3/103

[2] Enfâl,8/63

[3] Ferit Devellioğlu Osmanlıca Türkçe  Ansiklopedik Lügat, Ankara 1970, s. 848.

[4] Taberî, Câmiu’l Beyân, Mısır 1968, 10/161-162;  Serahsî,  Mebsût, İstanbul 1982, 2/19; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, 3/2575.

[5] Taberî, Câmiu’l Beyân,  10/161-162

[6] Taberî, Câmiu’l-Beyân, , 10/163.

[7] İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, Beyrut, Tarihsiz, 2/966.

[8] Nahl,16/125.

 

        

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Mustafa Zeki TERZİ dedi ki:

    Celâl Kırca kardeşim konuyu anlaşılır bir biçimde özetledi. Ülfet ve muhabbet, te’lîf ve müellefe-yi kulüb kavramları İslâm tefekkür, ahlâk ve ameliyatının temel kavramlarındandır. Şurası da gözlemlediğimiz bir gerçek olarak kendini göstermektedir ki; toplumumuz ahlâki değerlerden uzaklaştığı gibi bu değerlerden de uzaklaştı. Ülfet ve muhabbetin olmadığı yerde nefret, fitne, fesâd ve çatışma vardır.