islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,4015
EURO
34,8137
ALTIN
2.398,94
BIST
10.208,65
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Hafif Yağmurlu
19°C
İstanbul
19°C
Hafif Yağmurlu
Cuma Hafif Yağmurlu
17°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
18°C
Pazar Açık
20°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
21°C

“TEKFİRCİ ANLAYIŞ”IN KÖKENLERİ

“TEKFİRCİ ANLAYIŞ”IN KÖKENLERİ

 

Hz. Peygamber hayatta iken  tekfirle doğrudan  ilişkisi bulunmayan bir  hadise  ile  nifak  ve  irtidad olayları hariç, Müslümanların birbirlerini tekfir ettiklerine dair dinî kaynaklarda- bildiğim kadarıyla-  kayda değer bir  bilgi  yer almaz. Hz. Peygamber döneminde yaşanan o hadise ise  şöyledir.

Hicretin 8. Yılında Fedek civarında oturan Mürre kabilesi üzerine gönderilen 200 kişilik seriyyede Üsâme b. Zeyd de bulunmaktadır. Üsâme,  bu seriyye  esnasında Benî Mürre’nin müttefiki Cüheyne kabilesine mensup birini, “lâ ilâhe illallah” dediği halde,  isteyerek değil de   korktuğu için Müslüman olduğunu  düşünerek öldürür. Bu olay daha sonra  Hz. Peygamber’e  iletilir. Bunun üzerine  Hz. Peygamber,   Üsâmey’i çağırıp ona,  “Kalbini yarıp da mı baktın?” diyerek, bu  öldürme olayından memnun olmadığını ve  tasvip etmediğini  ifade eder. Üsâme de   böyle bir hata yaptığı ve Resûlullah’ı üzdüğü için  de kendini affetmez, “Keşke daha önce değil de bugün Müslüman olsaydım” deme ihtiyacını hisseder.[1] Bunun üzerine,

“Ey iman edenler! Allah yolunda  savaşmak üzere yola  çıktığınızda, karşılaştığınız kişilerin durumlarını iyice  araştırıp öğrenin. Size Müslümanca selam verene “ sen mümin değilsin”  demeyin, dünya malına  tamah ederek onu öldürmeyin”[2]  ayeti nazil olur.   Bu  sözü ile Allah  Teâlâ,  yaşanan bu  hadiseyi onaylamamış ve  bu gibi durumlarda ne yapılması gerektiğini de  açıklamıştır.   Elmalılı Hamdi Yazır da   bu  ayetle ilgili olarak   “Bir kimsenin zahirde verdiği selamı, gösterdiği teslimiyeti hiçe sayıp da  onun hilafına  tevehhümat ile  doğrudan kalbine hükmetmeğe  kalkışmayınız, zahirine göre muamele ediniz”[3]    yorumunu yapar   ve nüzul sebebi ile ilgili  birkaç  rivayet  de zikreder.

Hz. Peygamber  hayatta iken  Müslüman olan , fakat  daha sonra irtidad  eden kimseler  de olmuştur.  Abdullah b. Ebî Serh  bunun bir örneğidir. Medine döneminde Müslüman olduklarını  söyledikleri halde,  sergiledikleri  olumsuz tutum ve davranışlar sebebiyle bazı  kimselerin münafık olduklarına dair  bir  kanaat  oluştuğu da  bilinen  bir olgudur. Bu nedenledir ki bazı sahâbîlerin zaman zaman kendilerinde de  bir nifak  alametinin  olup olmadığı  konusunda endişe ettikleri[4], bunun  üzerine  Hz. Peygamber’in  de  bu tür endişelere kapılmanın yersiz ve gereksiz  olduğuna dair görüş beyan ettiği nakledilmektedir.[5]  Kur’an’da ise münafıklarla ilgili kişilik bilgilerine geniş yer verildiği, fakat  şahıs ismi zikredilmediği görülür. Hz. Peygamber’in de  bu ilkeye uygun olarak  şahıs ismi zikretmeden  münafıkların alametlerinden söz eder.[6]  Buna rağmen onun  toplumsal birliği sağlamak amacıyla   ölen  bazı münafıkların cenaze namazını kılmak istediği,  fakat Allah Teâlâ’nın  buna müsaade etmediği de bilinmektedir.[7] Bu konuda  Kur’an ve hadislerde yer alan bilgiler,   kısaca  böyledir.

Daha sonra  ne oldu da bazı  Müslümanlar, diğer Müslümanları  “tekfir etme” ye  başladılar? Böyle  bir  davranışın temelinde ne var?   Bilindiği gibi  bu  davranışın  ortaya çıkışındaki zahiri  sebep,  Sıffin Savaşı  sırasında  meydana gelen” hakem olayı” dır . Ancak  hakem olayı, tekfir etme   anlayışının   çıkışında  önemli bir  etken olsa da,  bu anlayışın günümüze kadar  varlığını  devam ettirmesini  izah etmeye  kafi gelmemekte ve  asıl sebebin, çok daha derinlerde olduğunu göstermektedir.  Bu sebepler arasında  en fazla dikkat çekeni ise iman kavramının terimleştirilmesinde görülen tanım farklılıklarıdır.

İman, kavram olarak Kur’an’da yer alsa da terim  anlamında  yer almaz. Dolayısıyla  Kur’an’da imanın tanımı, terimsel anlamı üzerinden değil de iman edilecek nesneler/objeler üzerinden yapılır.  Nitekim “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene/tenzile iman etti, müminler de iman etti.”  [8]   ayeti bunu ifade eder.  Bu bağlamda iman, Hz. Peygamber’i ve onun  Allah’tan getirdiklerini/tenzili tasdik etmek, küfür ise bunları  tekzip etmek/yalanlamak, demektir. Bu nedenle iman, insanın  inançlarını ve  bu inançlara olan sadakatini gösteren önemli bir  göstergedir.   Dolayısıyla  bir kişide küfrü  gerektirecek  bir söz,  tutum ve davranış söz konusu değilse, o kişinin  mümin olduğuna  hükmedilir.  Zira  bir insanın  imamlı olup olmadığının  tek bir kriteri  vardır, o da  tekzip”tir.  Bir diğer ifade ile söz, tutum ve davranışlarıyla “tenzil”   tekzip edilmedikçe,  küfür  öz konusu  olmaz.  Çünkü  hem imanda, hem de  küfürde  irade  temel esastır ve  zorlama ile yapılan  iman ve küfür ikrarlarının  hiç  bir değeri yoktur. Zira  zorlamanın sonucu iman değil,  nifaktır.  Bu nedenle  söylenen sözün söylendiği andaki  durum ve şartlar dikkate  alınıp  da sözün delaleti  ve kastı  bilinmedikçe küfrün  varlığına   hükmedilmemesi, bir diğer genel ilkedir.

Böyle bir durum söz konusu olmadığı halde neden bazı Müslümanlar, diğerlerini tekfir etme cesaretini kendilerinde bulabiliyorlar? Hiç şüphesiz Bu cesaretin  tarihî bir geçmişi vardır ve daha önce de ifade edildiği gibi  kökeni Sıffîn Savaşı sonrasında oluşan  dinî   anlayışlara dayanmaktadır.  Bunun en başında ise “iman” kavramın terimleştirilmesi meselesi yer alır.   Zira bu savaşta  Hz. Ali’ye  karşı gelerek onun  safından  ayrılanlar/ haricîler,  bu ayrılışın  haklılığını göstermek ve ispat etmek için imanı,  “tasdik, ikrâr ve amel”den ibaret  saymışlar ve bu nedenle de Hz. Ali’yi “tekfir”  etmişlerdir. Onlara göre, amel imandan bir parçadır; parçayı yapmayan, bütünü de  yapmamış demektir.  Dolayısıyla onlar,  günah işleyen bir kişiyi, imanın bir parçasını yapmadığı için kâfir olur demişler ve  sırf bu yüzden de  Hz. Ali ve hakem olayına iştirak edenleri, kâfir saymışlardır. Bu inanç ve düşüncelerini de  “lâ hükme illâ lillah/Allah’tan başka hüküm sahibi yoktur” şekline sloganlaştırarak  ifade  etmişlerdir.[9]

Daha sonra  bu  düşünceye  Mu’tezile  de  iştirak ederek,  imanı,” kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve İslâm’ın esası olan rükünleri işlemek [10] olarak tanımlarken; Mürciye, “mücerret olarak dilin ik­rarı”;  Ebû Hanife de  “inanılması gereken şey­leri kalbin tasdik etmesi, dilin de bunu söylemesi­”[11] olarak tanımlamıştır.  Eş’ari ve Maturidî’ye  göre  ise   sadece “ iman, kalbin tasdiki ”[12] den ibarettir. Zira  sünnî anlayışa göre   iman ile amel, bir bütünün  parçaları değil,  birbirini tamamlayan iki  farklı gerçekliktir.  Nitekim   Kur’an’da  birbirleriyle savaşan ve birbirlerini katleden iki topluluğun, mü’min olduklarını ifade eden bilgi, bunun bir kanıtıdır.[13]  Bu nedenledir ki Fahreddin Razî,  “İman edenler ve salih amel işleyenler” ayetine  dayanarak,  amelin imandan bir parça olmadığını;  zira ayette önce imandan, sonra da amel-i salihten söz edildiğini ve   iman üzerine atfedildiğini ifade ettikten sonra, “Bu ikisi birbirinden farklıdır ki, biri diğeri üzerine atfedi­liyor. Aksi takdirde imanın amel-i salih ile birlikte tek­rar zikredilmesi gerekirdi”[14] yorumunu yapar.  Razî’nin  bu görüşünü   bir benzetme ile   açıklayacak olursak, iman  matematiksel olarak  1’i ;  amel ise  de  1’in sağına konulan  sıfırları  ifade eder. 1, sıfır değildir, sıfırlar da 1 değildir, ancak  sıfırlar 1’e  muhtaç olduğu halde,  1 sıfırlara muhtaç değildir. Bu nedenle amellerin kabulü ve değeri imana bağlıdır, iman yoksa  amellerin  de bir değeri yoktur.  Bunun içindir ki mürtedlerin amelleri  boşa gitmiştir.

Neticede her  dinî grup, ilgili ayetleri  kendi iman tanımlarına göre anlamışlar  ve  yorumlamışlardır.  Bu da tekfir etmenin ana sebebini oluşturmuştur.   Nitekim Hariciler, “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmez ise, o kâfirlerin ta kendisidir[15]  ayetini tefsir ederken,   iman tanımlarına göre Allah’ın indirdiği ile hükmet­meyen herkesi  tekfir  ederlerken;  sünnî akidenin iki temsilcisi İmam Mâturidî ve Fahreddin  Razî  ise  bu ayeti, “Kim Allah’ın indirdiğine inanmazsa” şeklinde anlamışlar ve yorumlamışlardır. [16]    Ancak   çağımızda  sünnî  anlayışa sahip olmakla birlikte Seyyid  Kutub’ un da  bu ayeti   ameli imana dahil eden  bir  anlayışla   yorumladığı   görülmektedir. [17]    Onu böyle bir yoruma  götüren  de hiç şüphesiz içinde yaşadığı  toplumun siyasî, sosyal  ve kültürel  şartlarıdır  ve  bu şartların  onun ruh dünyasına   yaptığı   derin  etkiler ve açtığı derin yaralardır. Nitekim  bu konuya Muhammed  Kutub da   bir  röportajında    temas   etmektedir.[18]  Dolayısıyla  söz konusu  bu  etkilerin  onu böyle  bir düşünceye  sevk ettiği anlaşılmaktadır.  Bu nedenle  bu anlayışın ve yaklaşım tarzının, benzer psikolojiye sahip Müslümanlarda da görülmesi  tesadüfî değildir.

Neticede  tekfirci anlayış, sahiplerine   duygusal bir rahatlık sağlasa da, mevcut sorunları  çözmeye kafî gelmemekte, dahası itici ve ötekileştirici olduğu için de birlik ve beraberliği, kısaca ümmet anlayışını parçalayıcı bir işleve sahip olmaktadır. Bu nedenle fikir ve düşüncelerinden dolayı Müslümanları, “tenzil”i  tekzip etmediği sürece tekfir etmemek, Kur’an’ın ruhuna   uygun  bir  düşünce tarzı olarak  görülmektedir.

Prof. Dr. Celal Kırca

[1] Buhârî, Meġāzî, 45; Müslim, İmân, 158.

[2] Nisâ, 4/94. Buharî, Tefsir, Nisâ suresi.

[3] Elmalılı Hamdi Yazır,  Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul  1936,2/1425-1428.

[4] Buhârî, İmân, 36.

[5] Müslim, Tevbe, 12

[6] Buhârî, İmân 24.

[7] Tevbe 9/80.

[8] Bakara,2/286.

[9] Şehristanî, el-Milel ve’n Nihâl, Beyrut 1975,1/158.

[10] Zemahşerî, Keşşaf, Beyrut, Tarihsiz, 1/129,1/487, 2/64. Sevkanî,  Fethu’l-Kadîr, Beyrut, tarihsiz 2/283.

[11] Ebû Hanife, Fıkhu’l-Ekber, Ebu’l-Müntehâ Şerhi, Baskı yeri yok. Tarihi, 1288, s. 18; Mustafa Öz,  İmam A’zam’ın Beş eseri, İstanbul, 1981, s. 32.

[12] Eş’arî, Kitabu’l Lum’a, Mısır, 1954, s. 123;  Ebû Mansur el-Maturîdî, Kitabu’t-Tevhid, İstanbul, 1979, s. 375-376.

[13] Hucurât, 49/9.

[14] Faherddin Râzî, Mefatihul Gayb,  Tahran, tarihsiz, 2/127.

[15] Mâide,5/ 44.

[16] Mâturidî,  Te’vilatu’l Kur’an,  Raşid Efendi  Kütüphanesi, No:47,  v.143b. 144 a; Fahreddin Razî, Mefâtihu’l     Gayb, 12/6.

[17] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’ân, Beyrut 1968, Cüz. 7, s. 157-158.

[18] Muhammed Kutub, İslâm  Düşüncesinde Sanat, Ter. Akif  Nuri, İstanbul 1979,s.13-14.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.