Ünlü bir düşünür, “insan, insan olarak doğmaz, insan olunur” der. Bunun anlamı, insanın olgunlaşmış bir varlık olarak dünyaya gelmediği, fakat olgunlaşma potansiyeline sahip bir varlık olarak dünyaya gelmiş olduğudur. Bu nedenle insanın olgun bir varlık olabilmesi için, “olma” sürecini yaşaması gerekmektedir. Bitki ve hayvan, dünyada geldikleri anda ne ise öldüklerinde de o dur. İnsan ise, insan olma potansiyeli ile dünyaya geldiği için, tercihleri ve çabaları nispetinde insan olmaktadır. Zira bir kişinin insan olarak doğması, onu insan yapmamakta, insan olma çabası sonucunda insan olabilmektedir. İnsanı değerli kılan da onun bu çabasıdır.
İnsan yaratılışı itibariyle sosyal bir varlıktır, bu nedenle tek boyutlu değil, çok boyutludur. Çünkü o, biyolojik, sosyal ve kültürel niteliklere sahip olan tek canlıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği de onun bu fıtrî yapısıdır. Bu fıtrî yapı düalist(ikili)tir. İnsan bir yanda ilgi, sempati, sevgi, saygı, anlayış, ihsan, merhamet, onur, tevazu, af etme, adalet gibi olumlu duygulara sahip iken; diğer yanda antipati, kibir, kin, nefret, haset, gurur, öç alma gibi olumsuz duygulara da sahiptir. İnsanın, sahip olduğu bu ve benzeri binlerce duygunun yanında ayrıca akıl, irade ve vicdan gibi yetileri de mevcuttur. Bu yetileri sayesinde insan, seçme hürriyetine ve iş yapma gücüne sahiptir. Kur’an’da yer alan bilgilerden anlıyoruz ki insan; nankör, aceleci, zayıf, kıskanç, azgın, tartışmacı, zorluklara katlanabilen, riyakar, cimri, hasetçi ve kibirli olmaya ve bunlardan da korunmaya müsait fıtri bir yapıya sahiptir. Bu nedenle her insanın işleri farklı farklıdır (Leyl,92/4) ve her insan fıtri yapısına uygun işler yapmaktadır (İsra,17/84). Zira Allah Tealâ, insanı –imtihan gereği- kötülük yapma ve kötülükten sakınma yeteneği ile yaratmıştır. Bu nedenle kötülük yapan herkes hüsrana uğramakta, kötülüklere bulaşmayan ve kendisini koruyan kimseler ise kurtuluşa ermektedir (Şems,91/8-10).
Bu bağlamda Yüce Yaratıcı, insanın iyiye, güzele, doğruya yönelme potansiyeli ile dünya getirdiğini, ancak bu potansiyelini kötüye kullananların da olduğunu açıklar. “And olsun ki biz insanı en güzel şekilde yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısına indirdik, “(Tin,95/4-5) âyeti bunu ifade eder. Ahsen, en güzel; takvim ise, eğriyi doğrultmak, kıvama, nizama koymak, değer biçmek ve kıymetlendirmek anlamlarıma gelmektedir. Bundan maksat ise, insanın doğuştan sahip olduğu anatomik, fizyolojik, biyolojik ve psikolojik yapısıdır. Zira Allah, insanı yaratırken, ona şekil vermiş ve ruhundan üflemiştir. İnsan bedeni ile toprağa aitse de, ruhu ile de Allah’a aittir. Bu nedenle insan, Allah’ın kendisine verdiği fıtrî yetileri, iyide, güzelde, doğruda kullandığında iyi insan olmakta; kötüye, çirkin şeylere, yanlışa ve haksızlığa yöneldiğinde ise aşağıların aşağısına indirilmeyi hak etmiş olmaktadır.
M. Hamdi Yazır’a göre, “ahsen-i takvim” den maksat insanın “Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlak ve maneviyat itibariyle ruhani bakımdan, insan en güzel bir kıvama erebilecek en güzel bir biçimde yaratılmış”[1] olmasıdır. “Esfel-i safilin” ile ilgili yorumu ise şöyledir:
“ Maddeten, manen kötülenmiş en sefil bir halde Cehenneme veya Cehennemin en aşağı tabakasına doğru ittik, temizlik yerine eğrilik, güzellik yerine çirkinlik, terakkî yerine tedennî, sıhhat yerine za’f-ü maraz, gençlik yerine kocalık, sa’y-ü amel yerine atalet, hürriyet yerine esaret, refah yerine darlık ,izzet yerine zillet, lezzet yerine elem ile erzeli ömre, ondan hayata mukabil ölüme, çürüyüp kokmaya, ondan kıyamete, Dünyaya mukabil Cehenneme veya Cehennemin en alt tabakasına doğru kaktık”[2]
Hamdi Yazır’n bu yorumuna benzer şekilde, “ahsan-i takvîm” lafzının, “gençlik ve dinçlik çağı”; “esfel-i sâfilîn” lafzının ise “yaşlılık ve bunama çağı” (erzel-i ömür) olarak yorumlandığı da görülüyor. Bu yorumun, “Kime uzun ömür vermişsek, (gücünü ve kuvvetini alarak) zamanla onun yaratılışını tersine çeviririz.(Yasin,36/68) ayeti ile uyumlu bir görünüm arz ettiği de söylenebilir.
Ünlü sofi N. Dâye’ye göre ise insanın “ahsen-i takvim” olarak yaratılması, ruhunun ahsen-i takvim olması demektir. Zira beden ilâhî feyzi almaya müsait değildir. İlâhî feyzi almaya ve kabule müsait olan sadece insan ruhudur. O nedenle en güzel olan şey, ruhtur. Efsel-i sâfilîn ise bedendir. İnsanın esfel-i sâfilîne reddi, ruhun bedene gönderilmesi anlamındadır. Çünkü ruh, emirle cesede yönelir ve cesedin terbiyesi ile meşgul olur. Zira kâinatta değerli ve değersiz ne varsa cesette de o vardır. Cesedi değerli kılan ve kılacak olan ruhtur. Ruh da ahsen-i takvîm’dir.[3]
Bu yorumlardan da anlaşılıyor ki, insan olarak doğmak başka, insan olmak daha başkadır. İnsan olarak doğmada insanın iradesi yoktur, ama insan olmasında iradesi vardır. Bu nedenle insan sözcüğü verilmiş bir kimliği, “insan olma” ise kazanılmış bir kişiliği ifade eder. İnsanı değerli kılan da ondaki bu “insan olma” niteliğidir. Bu nedenle Kur’an’ın vurgusu da kimlikten ziyade, kişiliğe yöneliktir.
Nasıl bir mümin, nasıl bir kul ve nasıl bir insan olunması gerektiğine yönelik Kur’an’da yer alan bilgilerin tümü, kişilikle ilgili bilgilerdir. Mesela duamız olmasaydı Allah katında bir değerimizin olmadığını ifade eden ayet, (Furkan,25/77) ile üstünlüğün ancak takvada (Hucurat,49/13) olduğunu ifade eden ayette olduğu gibi. Nitekim suç veya günah işlemekten sakınma tavrı demek olan “takva” da bir kimlik değil, kişilik özelliğidir. Bu nedenle insanın kişiliği, kimliğinden öte bir önemi haizdir. Kişiliği olmayan bir insanın, sureta insan olmasının da bir önemi yoktur.
Yüce Yaratıcının insanı, insan olarak yaratması hiç şüphesiz onun için bir onurdur, ama insanın da kendisine bahşedilen bu onura layık olacak davranışlarda bulunması ve onu hak etmesi/kazanması gerekmektedir. Bunun için de insan, fıtrî yetilerini şerde değil hayırda ve Yüce Yaratıcının arzu ettiği istikamette kullanmalıdır. Bir başka ifade ile insan, sadece insan kimliği ile yetinmemeli, aynı zamanda insan kimliğinin gerekli kıldığı kişilik özelliklerine de sahip olmalıdır. Nasıl bir insan olduğunu düşünmeli ve davranışlarını sorgulamalıdır. Başkalarını suçlamadan önce kendi hatalarını görmeye ve düzeltmeye çalışmalıdır. “Ben nerede hata ettim” diyerek kendisini sorgulayan kişi, “insan olma” yoluna girmiş ve ilk adımı atmış demektir. Hz. Yusuf gibi “ Ben nefsimi temize çıkarmam” ( Yusuf,12/53) demesini bilmeli ve dolayısıyla “arzularını tanrı”(Furkan,25/43) edinmemelidir. İnsanın kendini sorgulaması zordur ve başkalarını sorgulamak kadar kolay değildir. Zira böyle bir sorgulama, sağlam bir irade ve doğru tercihlere dayalı gayret ister. İnsan olmayı öğrenmek ancak böyle mümkündür. Bunun için de bilgi ve bilinç sahibi olmak, bilgi sahibi olmak için de öğrenmek gerekmektedir. Nitekim Kur’an’da bir taraftan “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı” (Zümer,39/9) ve “ “bilmediğimiz şeylerin ardına takılıp gitmememiz gerektiği” ifade edilirken (isra,17/36); diğer taraftan da Hz. Nuh’a “cahillerden olmaması öğütlenmekte” ( Hûd,11/36) ve Hz. Muhammed’den de “ilminin artması için Rabbine dua etmesi” (Taha,20/114) istenmektedir. Bu da gösteriyor ki, şayet bir insan, “insan olmak” istiyorsa, tıpkı öğrenmeyi öğrenme gibi insan olmayı da öğrenmelidir.
[1] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1938, 8/5936.
[2] Elmalılı 8/5938.
[3] . Ebu Bekr Abdullah b. Şahaver er-Razi (N. Daye),Menaratu’s Sairin ve Makamatu’t Tairin,Tahkik Said Abdülfettah, Kahire,1999 s.231-245.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi