islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,2814
EURO
34,7952
ALTIN
2.408,33
BIST
10.302,73
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
22°C
İstanbul
22°C
Açık
Salı Açık
25°C
Çarşamba Az Bulutlu
19°C
Perşembe Yağmurlu
17°C
Cuma Az Bulutlu
16°C

İNKÂRIN FARKLI KARAKTERLERİ

İNKÂRIN FARKLI KARAKTERLERİ
26 Nisan 2024 09:00
A+
A-

Kur’ân’ın doğru anlaşılabilmesi için nâzil olduğu tarihsel ortamın bilinmesi ne kadar önemliyse, hangi ayetlerin birbiriyle bağlantılı olduğu ve hangi amaca yönelik inzâl edildiklerinin bilinmesi de o kadar önemlidir. Tefsîr literatüründe buna “siyâk/sibâk” yani bir âyetin kendinden önceki ve sonraki âyetlerle bağlantısı adı verilir. Bu nedenle bir âyeti bu bağlamdan/ilişkiden bağımsız ele alarak anlamlandırmaya çalışmak –iyi niyetle dahi olsa– istenmeyen sonuçlara insânı ulaştırabilir. İşte Mâide/82. âyet de sözünü ettiğimiz konuda dikkat edilmesi gereken âyetlerden biridir, bu âyetten yola çıkarak genelleştirmeler yapmak ve kesin hükümler ortaya koymak isâbetli bir tutum değildir. Âyetin içeriği şöyledir: “Bütün insânlar içinde [bu ilâhî kelâma] inananlara en çok düşmanlık yapanların Yahudiler ve Allah’tan başkasına ilâhlık yakıştırmaya şartlanmış olanlar olduğunu kesinlikle göreceksin; ve bütün insanlar içinde [bu ilâhî kelâma] inananlara en çok şefkat gösterenlerin ise “Biz Hristiyanız” diyenler olduğunu göreceksin: böyledir, çünkü onlar arasında öyle keşişler ve rahipler var ki bunlar kibre kapılmamışlardır.[1]

Âyetin ilk bölümünü oluşturan cümlenin fiili olan “letecidenne” yâni “elbette bulursun” veyâ “kesinlikle göreceksin” ifâdesinin muhatabı/öznesi şüphesiz Hz. Peygamber’dir. Allah bu âyetten önceki âyetlerde Yahudilerin ilâhî vahye karşı olan davranışlarını eleştirmekte; kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamalarını ve öldürmelerini, hak ve adalet sınırlarını ihlâl etmelerini gündeme getirmekte; bu nedenle onların inkârları yüzünden kalben kör ve sağır olduklarını vurgulamaktadır.[2]Arkasından da Hristiyanlardan söz etmekte, onların da Meryem oğlu İsâ’yı ulûhiyetle örtüştürmeleri sonucu küfre düştüklerini, teslis inancının/iddiasının hâkîkati inkâr etmek olduğunu söylemekte ve yine onların hem sapmış hem de insânların birçoğunu saptırmış olduklarını ilâve etmektedir.[3]

Bütün bu ifâdelerden anlıyoruz ki; muhatap Hz. Peygamber olduğuna göre bizim de bu âyete önce indiği dönemin sosyal ve siyasal ilişkileri/gelişmeleri noktasından bakmamız gerekmektedir. Kaynaklar bu âyetle birlikte arkasından gelen dört âyetin Habeş Necâşîsi Ashame ve çevresindeki insaf sahibi Hristiyanlar hakkında indiği rivâyet etmektedirler. Bu rivâyetlere göre, hükümdar Mekke müşriklerinin zulüm ve baskısı karşısında Habeşistan’a göç etmek zorunda kalan Müslümanları dinlemek üzere ileri gelen din bilginlerini ve rahipleri de çağırır. Necâşî “Sizin kitabınızda Hz. Meryem’den söz ediliyor mu?” diye sorunca Müslümanlar onun adıyla bir sûre bulunduğunu belirtip Kur’ân’dan bazı bölümleri okurlar. Okunanlar oradaki samimi inanç sahibi Hristiyanları duygulandırır ve onları ağlatır. Tefsirlerde, hükümdarın Hz. Peygamber’e gönderdiği bir heyetin ve Resûlullah zamanında Medine’ye gelen başka Hristiyan grupların Kur’ân’ı dinlerken dinî bir coşku ile ağladıklarına dair rivâyetler de vardır.[4

Âyette görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in temas halinde olduğu inanç çevreleri, kendisine iman edenlere karşı tutumları bakımından iki gruba ayrılmakta, bunlardan Yahudilerin ve müşriklerin Müslümanlara olumsuz baktıkları, en olumlu bakışın ise Hristiyanlara ait olduğu belirtilmektedir. Şüphesiz âyetin bu tesbitinin o dönemdeki tarihsel olguya tamamen uygun olduğu görülmektedir. Fakat bu ayrım, belirli inanç kesimlerini kesin bir tasnife tâbi tutup buna göre dost veya düşman ilân etme amacı taşımamaktadır. Medine’deki Yahudilerin Müslümanları bir kaşık suda boğabilmek için türlü entrikalara başvurmuş oldukları, Mekke’deki müşrikleri kışkırtma ve onlarla iş birliği imkânlarını araştırma dâhil bu uğurda her yolu denedikleri bir gerçekliktir. Aynı düşmanlığı Mekke müşrikleri de en şiddetli bir biçimde ortaya koymuşlardır. Fakat âyette düşmanlık sıralaması açısından Yahudilerin ilk sıraya konulması ve müşriklerden önce anılması, onların hem kendi imkânlarını kullanmaları hem de başka düşman potansiyellerini harekete geçirmeye çalışmaları yüzünden olmuştur.

O dönemdeki bu tavrın sebebinde; Hristiyanların Müslümanların uzağında, Yahudilerin ve müşriklerin ise yakınında hattâ onlarla iç içe olmalarına bağlanması gerektiği, düşmanlık ve sevginin o gün de bugün de din veya dünya adına menfaat ve egemenlik çekişmesinin eseri olduğu, dinin bu konuya herhangi bir etkisinin bulunmadığı ileri sürülebilir. Hatta tarihte ve günümüzde Müslümanlarla Yahudiler, çok tanrı inancına sahip olanlar ve Hristiyanlar arasındaki ilişkilerden bu düşünceyi destekleyen örnekler verilebilir. Bu bakış genel olarak isabetli olsa da Kur’ân’ın amacını ortaya koyma açısından doğru ve yeterli değildir. Fakat Kur’ân burada çekişme olgusunu açıklamanın ötesinde daha yüksek ve daha kapsamlı bir gerekçeye ışık tutmaktadır ki, o da şudur: Düşmanlık ve sevginin asıl gerekçesi, tarafların dinî ve dinî olmayan gelenekleriyle ahlâkî ve sosyal terbiyelerinin sonucu olarak oluşan karakterleridir.

İşte bu âyette Hristiyanların sevgi beslemelerinin sebebine dikkat çekilmiş ama Yahudilerin düşmanlıklarının sebebine ise değinilmemiştir. Çünkü onların karakterleri birçok sûrede açıklanmıştır. Yahudi ve müşrikleri Müslümanlara karşı düşmanca davranmaya yönelten ortak vasıflar arasında kendini beğenmişlik, haddini bilmezlik, ırkçılık, maddeperestlik, sevgi ve şefkat duygularının zayıf oluşu sayılabilir. Doğaldır ki; her toplumda iyiler ve kötüler bulunur. Ve burada işâret edilen hususlar inanç gruplarının toplumsal karakterleriyle ilgilidir.

Öte yandan Yahudilerin tek ilâh inancına sahip olmaları dolayısıyla Müslümanlara Hristiyanlardan daha yakın oldukları düşünülebilir. Fakat Hristiyanlığa sonradan sokulan ve mensupları tarafından da anlaşılıp mâkul bir izaha kavuşturulamamış olan teslîs inancının onların davranışları ve Müslümanlara bakışları üzerinde önemli bir olumsuz etkisi olmamıştır. Bu nedenle, insânları birbirine yaklaştıran veya uzaklaştıran asıl faktör ahlâkî davranışlar ve taşıdıkları karakterdir. Hristiyanların Allah inancı konusundaki yanlışlıkları ve sapık düşünceleri ise zaten Kur’ân’da değişik vesilelerle eleştirilmiştir. Kısaca, burada söz konusu olan inançlar değil, davranışlardır.

Bu yaklaşımın bir başka açıklaması da şöyle yapılabilir: Hristiyanlar, Yahudilerin yaptığı gibi ilâhî vahyin yalnızca İsrailoğulları’na özgü bir lütuf olduğuna inanmazlar. Belki bu nedenle olacak ki Kur’ân, Hristiyanları “Allah’ın yanısıra başka herhangi bir kimseye veya şeye ilâhlık yakıştırmaya şartlanmış olanlar”  arasında saymamıştır. Hristiyanlar Hz. Îsâ’yı ilâhlaştırarak şirk günahı işledikleri halde birden fazla ilâha bilinçli olarak tapmamışlardır. Çünkü onların akîdesi, teorik olarak, kendisini, bir görüntüler veya “kişiler” üçlüsünde –ki Hz. Îsâ’nın da bu üçlüden birisi olduğu kabul edilir– tezahür ettirdiği düşünülen Tek Allah inancını varsayar. Bu doktrin Kur’ân’ın öğretilerine ne kadar ters düşse de onların şirk’i bilinçli bir niyete dayanmaz; tersine, onların Hz. Îsâ’yı kutsamaları da “hakkın sınırlarını ihlal etme”lerinden kaynaklanır.[5]

Zaten âyetin son ifâdesinde de bu sevginin nedeni, onların arasındaki tevazu sahibi olan ve kibre kapılmayan keşişler ve rahipler olmasına bağlanır. Bu yaklaşım, o dönemde Araplar arasında yaygın olarak bilinen ve gözleme dayanan bir tesbite dayanmaktadır. Çünkü Hristiyan keşiş ve rahipler Araplar arasında tevazu, hoşgörü ve diğer ahlâkî erdemleriyle, yine mâbedlerin imarı için özel çaba sarfetmeleriyle tanınan örnek birer şahsiyet olarak tanınıyorlardı. Nitekim o dönem Arap şiirinde de bu hususa vurgu yapan parlak sözler bulunmaktadır. Bünyesinde bu tür insânları barındıran ve onları saygın bir konuma getiren bir toplumun ahlâkî bakımdan kendini düzeltmesi ve dolayısıyla Müslümanlara yakın davranması da tabii olacaktır. Aslında insânın yüce Allah’ın kudreti karşısında kendi küçüklüğünün ve aczinin idraki içinde olması, bu sebeple de bir yandan O’na mutlak biçimde itaat etmesi, diğer yandan O’nun yarattıklarına karşı şefkatle muamele etmesi kulluğun en önemli ilkesidir. Belki bu nedenle âyette, alçak gönüllü olmayı ve kendine kötülük edene bile hoşgörülü davranmayı öğütleyen Hristiyanlığın bu anlayışa diğer inançlara nisbetle daha yatkın olduğuna işâret edilmiş olmalıdır.

Ayrıca âyette, bir toplumda ilâhî buyruk ve yasakları sürekli olarak inceleyen ve insânlara bu doğrultuda yol gösteren bilginlerin ve kendini Allah’a kulluk etmeye adamış insânların bulunmasına olumlu bir tarzda değinilmiştir. Buradan, –İslâm’da ruhbanlık tasvip edilmemekle beraber- dinin araştırılması ve yaşanmasına destek veren toplumların zihin ve gönüllerini hakikat çağrısına kapatmamış olmaları dolayısıyla gerçeği yakalama şansına daha fazla sahip olacakları anlaşılmaktadır.

Mâide/83-84. âyetlerde ise Hristiyanların kendilerine okunan/duyurulan ilâhî vahiy karşısındaki tavır ve davranışları şöyle anlatılmaktadır: “Onlar Bu Elçi’ye indirileni anlamaya başladıkları zaman gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün, çünkü ondaki hakikatin bir kısmını tanırlar; [ve] ‘Ey Rabbimiz’ derler, Biz inanıyoruz: öyleyse bizi hakikate şahitlik yapanlar ile bir tut.”[6]  “Ve Rabbimizin bizi dürüst ve erdemliler arasına katmasını o kadar şiddetle arzuladığımız halde nasıl Allah’a ve bize indirilen hakikate inanmakta zaaf gösterebilirdik?[7]

Mâide/85-86. âyetlerde ise onların bu içten yakarışlarına Allah’ın verdiği karşılık anlatılmaktadır: “Ve bu inançları karşılığı Allah onları, mesken edinecekleri, içinden ırmaklar akan hasbahçelerle ödüllendirecektir: bu, iyilik yapanların ödülüdür.[8]Hakikati inkâra ve mesajlarımızı yalanlamaya şartlanmış olanlara gelince, onlar yakıcı ateşe mahkûmdurlar.[9]

Mâide/84. âyette geçen “Rabbimizin bizi dürüst ve erdemliler arasına katmasını o kadar şiddetle arzuladığımız halde nasıl Allah’a ve bize indirilen hakikate inanmakta zaaf gösterebilirdik?” ifâdesinin, Hz. Peygamber’in bildirdiklerinin Allah katından gelen gerçekler olduğuna kanaat getiren dindar Hristiyanlara ait olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu sözün, onların önceki dinlerini bırakıp İslâm’a girme kararı verirken karşılaştıkları tereddütten dolayı ve yaptıkları bir iç muhasebe sonucunda söylemiş olmalarının yanında; başkalarına verdikleri bir cevap olması da muhtemeldir. Bir yoruma göre bu cevap, kendi dindaşlarından ve çevrelerinden Müslüman olma kararına karşı çıkanlara ve içlerine kuşku düşürmeye çalışanlara yönelik verilmiş olmalıdır. Bu konudaki bir rivayet ise onların İslâm’a girdikleri haberini alan Yahudilerin kendilerini bu karardan vazgeçirme çabaları karşısında verdikleri bir cevap olduğu yorumunu desteklemektedir.

Dini/cenneti tekelleştiren, kendileri dışındaki tüm hakîkatleri yok sayan, ırklarını inançlarıyla özdeşleştiren, tarih boyunca her türlü fitne ve fesadın kaynağında bulunan, gönderilen peygamberleri öldürmekten çekinmeyen, kitaplarını tahrif eden Yahudilerin bu kibrine, seçkinlik gururuna karşı; tevazu, mahviyet, acziyet, gözyaşı, merhamet ve sevgi gibi duyguları karakterlerinin bir parçası yapan Hristiyanların hakikati tebliğ edenleri anlamaya/sevmeye/fark etmeye daha yakın olmaları doğal/fıtrî bir seyirdir. Hakikat bilgisi kimsenin özelinde değildir. Bu nedenle “yeryüzünü kendine mescid seçmiş olan” İslâm, “coğrafya aramaz”, “yitik hikmeti arayan insân arar”.

Din, insânın doğuştan getirdiği genetik kodları/karakteri/mizacı değiştirmez ama kişinin kendini tanıması yoluyla karakterinin ve kişiliğinin gelişmesinde, oluşmasında ve çevresel faktörlerin olumsuz yansımalarının kontrolünde rehberlik rolü üstlenir. Kibirden uzak gerçek bir inancın, gerek bilişsel açıdan gerekse psikolojik ve mânevî yönden kendi içinde tutarlı ve dengeli, aşırılıklardan uzak, bütünleşmiş kişilik tipinin oluşmasında önemli bir etken olduğu söylenebilir. İşte o günün Hristiyanları hakikati Hz. Peygamber’in dilinden “indirileni” duyduklarında hemen kulak vermiş ve gözyaşlarını imanlarına şahit tutarak içerisinde fıtratları ile uyuşan bu vahye teslim olmuşlardır.

Bugünün kilise tarafından aldatılmış Hristiyanları ise eğer aynı yoldan gider yâni son ilâhî vahyi dinleme ve hakîkati anlama/farketme noktasında içlerindeki/özlerindeki bozulmamış fıtratı harekete geçirebilirlerse; onlar da gerçek imanın safına geçecek, çağın “hakîkate şahit edenleri” ile aynı kaderi/erdemi paylaşacaklardır. Hakikate/Allah’a teslim olan bu insânların mükâfatı ise “muhsinler/salihler” olarak cennet olacaktır. Aynı zamanda bugünün “cehennem müfettişliğine” soyunan sözde İslâm tebliğcilerinin de bu âyetlerde kendilerinden bahsedilen ve ön plâna çıkartılarak “kıssîsîne ve ruhbânen[10] olarak tanımlanan din adamı “âlim/bilgin ve âbid” zatların davranış, duruş ve ahlâklarından da alacakları dersler olmalıdır. Özetle din; kibir üzerine değil, samimiyet üzerine kurulmuştur.

NECMETTİN ŞAHİNLER

MİRATHABER.COM -YOUTUBE- 

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

[1] Mâide/82  “Le tecidenne eşedden nâsi adâveten lillezîne âmenûl yehûde vellezîne eşrakû, ve le tecidenne akrabehum meveddeten lillezîne âmenûllezîne kâlû innâ nasârâ zâlike bi enne minhum kıssîsîne ve ruhbânen ve ennehum lâ yestekbirûn(yestekbirûne).

[2] Mâide/68-70

[3] Mâide/72-73

[4] Taberî, VII, 1-6; İbn Atıyye, II, 225-227; Elmalılı, III, 1796

[5] Kur’ân Hristiyanların şirkini/teslisini “velleziyne eşrekû” formuyla anmaz. Oysaki Mekke müşriklerinin, puta tapanlarının şirkini; “velleziyne eşrekû” formuyla anar. “Velleziyne eşrekû” formu, maziye, yâni geçmiş zamana ilişkin bir formdur ve vurgusu bilinçli bir kasıt içerir.

[6] Mâide/83   “Ve izâ semiû mâ unzile ilerresûli terâ a’yunehum tefîdu mined dem’ı mimmâ arefû minel hakk(hakkı), yekûlûne rabbenâ âmennâ fektubnâ meaş şâhidîn(şâhidîne).

[7] Mâide/84  “Ve mâ lenâ lâ nu’minu billâhi ve mâ câenâ minel hakkı ve natmeu en yudhılenâ rabbunâ meal kavmis sâlihîn(sâlihîne).

[8] Mâide/85  “Fe esâbehumullâhu bimâ kâlû cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ ve zâlike cezâûl muhsinîn(muhsinîne).”

[9] Mâide/86  “Vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbul cahîm(cahîmi).

[10] Kendilerini ilme veren ve Allah’tan sakınanlar

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.