islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3374
EURO
34,3704
ALTIN
2.393,53
BIST
10.276,88
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
19°C
İstanbul
19°C
Açık
Pazartesi Açık
21°C
Salı Az Bulutlu
24°C
Çarşamba Az Bulutlu
19°C
Perşembe Çok Bulutlu
16°C

KITÂL DÜELLO PUSU VE AHLAK

KITÂL DÜELLO PUSU VE AHLAK

Atomik/parçacı değil de bütüncül bakış açısı ve sistematik  bir düşünce ile Kur’an’ı anlamaya  çalıştığımızda, onda İslâmî hayat için öngörülen kuralların, barışta ve  savaşta olmak üzere iki farklı  alana yönelik olduğu, fakat bu kurallardan  önemli bir  bölümünün hem barışta, hem de savaşta; bazılarının ise sadece savaşta uygulanmasına izin verildiği görülüyor. Bundaki amacında insan hayatını, malını, neslini, aklını ve dinini korumak olduğu anlaşılıyor.

Nitekim  “Bir insanın diğer bir insanı öldürmesinin çok kötü bir iş olmasından dolayı Biz İsrailoğullarına şöyle emrettik: “Kim bir insanı, öldürülen bir kimseye karşılık olmaksızın ya da yeryüzünde bir bozgunculuğu önlemek maksadı dışında öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanın hayatını korur ve kurtarırsa bütün insanlara hayat vermiş gibi olur.” Elçilerimiz onlara (zulmün, isyan etmenin ve insan öldürmenin kötülüğü hakkında) pek çok delil getirdiler. Fakat onların çoğu bundan sonra da yeryüzünde taşkınlık etmeye, insan öldürmeye devam etmiştir”[1] ayetinin,  insan  hayatını korumaya yönelik olduğu ve bunu  hedeflediği biliniyor.

Bu sözü ile “Yüce Allah, gerek İslâmda gerekse İslâm’dan önceki ilâhî dinlerde insan hayatının kutsal olduğunu bildirmiş, bu sebeple bir canı korumayı bütün insanlığı korumak kadar üstün bir fazilet saymış; bir cana kıymayı da bütün insanları öldürmek kadar büyük bir cinayet olarak değerlendirmiştir. Çünkü bir insan, türünü temsil eder ve insanlar birbirine eşittir. Bir insanın haksız yere öldürülmesi toplumda öldürme olaylarının yayılmasına, insanların birbirine düşmesine ve toplum düzeninin bozulmasına yol açar. Hukukî bir gerekçe bulunmaksızın bir başkasının canına kıyan kimse, yalnızca o kişiye haksızlık etmiş olmaz, aynı zamanda insan hayatının kutsallığına inanmadığını ve başkalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadığını da göstermiş olur.”[2]

Ayetin bu hükmü, barış ortamında geçerlidir, savaş ortamında  değil. Zira savaş ortamında  öldürme ve ölme  harbin  tabiî  bir sonucudur. Bu nedenle  barışta hiçbir kimse, bir  başkasını  asla öldüremez, öldürenler de  hukukun bir gereği olarak devlet tarafından  cezalandırılır ve cezanın şekli de  İslâm  hukukunda açıkça belirtilmiştir. Ancak İslam, Müslümanlardan bazı kurallarının barışta olduğu gibi savaşta da aynen uygulanmasını istemiştir. Bunlardan en önemlisi de helal ve haramların azamî ölçüde dikkate alınması ve uygulanması ilkesidir. Bu nedenledir ki İslâm, savaşa bizzat iştirak etmeyen ve katkıda bulunmayan kadınların, çocukların, özürlülerin, hastaların, yaşlıların, mâbedlerde inzivaya çekilmiş din adamlarının, kendi işlerini yürütmekte olan çiftçilerin, işçi ve iş adamlarının öldürülmesini;  mallarının  yağmalanmasını,  bazı özel durumlar  hariç bitki örtüsünün  tahrip  edilmesini, rehinelerin  öldürülmesini; ölülerinin yakılmasını ve  cesetlerinin üzerinde tahribat yapılmasını;  düşman tarafının kadınlarına tecavüz edilmesini ve onlarla gayri meşrû ilişkide bulunulmasını yasaklamıştır. [3]  Aşıkpaşaoğlu Tarihi’nde  verilen şu bilgi,  buna bir örnektir:

“Orhan Gazi, Yenişehir kapısından girdi. Kapının iç yanında bir bahçe vardı. İkilös derler. Gayet güzel bir yerdir. Orhan Gazi’yi doğru o bahçeye ilettiler. Bu şehrin kâfirleri karşıladılar. Sanki padişahları ölmüş de oğlunu tahta  geçirir gibi oldu. Bilhassa kadınlar çok geldiler. Orhan Gazi: “Bunların erkekleri hani?”  diye sordu. “Kırıldılar. Kimi savaştan, kimi açlıktan” diye cevap  verdiler. Aralarında pek güzel  olanları çoktu. Orhan Gazi  bunları  gazilere paylaştırdı. Emretti: Bu dul kadınları nikah edin, alın” dedi. Öyle yaptılar. Şehrin  mamur evleri  vardı. Evlenen  gazilere verdiler.”[4]  Bu bilgiden, Müslümanların  tarihinde  böyle bir uygulamanın  mevcut olduğu anlaşılıyor.

İslam, savaş esnasında düşmanı aldatmak amacıyla  savaş hilelerine başvurmayı meşru görse de,  barışta asla meşru görmemiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in “Savaş hiledir”[5] sözü,  savaşla sınırlıdır ve “durumsallığı”  ifade eder.  Dolayısıyla İslâm’da  savaş  başlamadan önce  yapılan mübareze  ve  savaşta taktik amaçlı pusu kurmak  hariç, barış ortamında  düello ve  pusu da  yasaktır. Bu yasakların hem hukukî hem de ahlakî  temelleri  mevcuttur.

Düello, özü itibariyle  kurallı bir cinayet türüdür. Öldürmek amacıyla pusu kurmak da bir cinayettir ve aynı zamanda ahlaksız bir cinayettir. Türü ve amacı ne olursa olsun savaş hariç, pusu kurmak  yasaktır ve ahlakî olmayan  bir davranış tarzıdır. Zira pusuda  dürüstlük yoktur;  bilakis kalleşlik, sahtekarlık, hile  ve aldatma  söz konusudur. Düellonun  Batı’da, pusunun ise  Doğuda  kullanıldığı bilinmektedir.  Nitekim  Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları  (Kanuni Döneminde Avrupalı Biri Elçinin Gözlemleri (1555-1560)  isimli eserinde,  düello ile ilgili verdiği şu bilgi, sanırım bize  bir fikir verecektir:

“Size az önce sözünü ettiğim Macaristan hududunda­ ki çarpışmalar, gözümüzde en büyük cesaretin tek ispatı olan düello hakkında Türklerin düşüncelerinden hahsetmeyi aklıma getirdi. Topraklarımıza bitişik bir eyalet­te Arslan Bey adında kuvvetiyle ünlü bir sancak beyi vardı. Hiç kimse yayı onun kadar güçlü geremez, kılıcı­nı onun kadar derine sokamaz ve düşmana onun kadar büyük korku salamazdı. Ancak komşu bir eyaletin san­cak beyi olan Veli Bey ona rakip oldu. O da aynı şöhre­te sahip olmayı arzuluyordu. Muhtemelen başka sebep­lerle de artan bu rekabet şiddetli bir nefrete, entrikalara ve kan dökülmesine yol açtı. Bu yahut bilmediğim diğer sebeplerden dolayı Veli. Bey İstanbul’a çağrıldı. Her ney­ se, şehre geldi ve Divan’da paşalar tarafından kendisine birçok sualler soruldu. Sonunda da Arslan Bey’le arala­rındaki çekişmeden söz edildi. Veli Bey bu düşmanlığın geçmişini, sebeplerini, gelişmesini ve son durumunu an­lattı. Ardından söylediklerini takviye için Arslan Bey’in onu pusuya düşürüp yaraladığını, taşıdığı nama layık olduğunu ispatlamak istiyorsa bu gibi yollara başvur­maya ihtiyaç duymaması gerektiğini de ilave etti. Onu sık sık karşılıklı dövüşmeye davet ettiğini, bundan da kaçınmadığını söyledi. Anlattıkları paşaları tiksindir­mişti. Ona hiddetle bağırarak “Silah arkadaşınızı düel­loya davet etmek cüretini mi gösterdiniz? Dövüşecek Hıristiyanlar mı yoktu?” dediler. “İkiniz de sultanın ek­meğini yiyorsunuz ve buna rağmen birbirinizi öldürmeye hazırsınız. Ne hakkınız var buna? Böyle davranışın emsali görülmüş müdür? Hanginiz ölürse ölsün, bunun sultan için kayıp olacağını bilmiyor musunuz?” sözle­riyle azarlayıp Veli Bey’in hapse atılmasını emrettiler. Orada aylarca kaldı ve itibarını kaybetmiş biri olarak daha geçenlerde salındı.

“Halbuki  bizde  gözünü ülkesinin düşmanlarına henüz çevirmemiş pek çok kimse, kendi halkından birine  veya silah arkadaşına kılıcını çektiği için  ün kazanmıştır. Ahlak bozukluğunun faziletin yerini aldığı, cezayı  hak eden davranışların şerefli ve itibarlı  sayıldığı bir  ahlak anlayışıyla  ne yapabilirsiniz ki?” [6]

Bu son paragraftan da anlaşılıyor ki Busbecq’ya göre de düello ahlaksız  bir davranıştır. Pusunun ahlaksız bir davranış olduğunda ise asla şüphe yoktur. Bu nedenle puya yatarak insan öldürmek, cinayetlerin en büyüğü ve en vahşi olanıdır.  Bilindiği gibi “Pusu,  birine saldırmak için saklanarak beklenen yer veya  hazırlanma durumu” nu ifade eder. Bu nedenle düelloda amaç öldürme veya yaralama söz konusu  olurken, pusuda daha farklı amaçlar da  söz konusu olmaktadır. Bunlar arasında esir alama, baskın yapma gibi  olanları olduğu gibi, insan onurunu, kişiliğini  yaralayan tutum ve davranışlar da bulunmaktadır.  Dolayısıyla pusunun daha  geniş bir kapsam  alanına sahip olduğu görülür.  Bunlardan biri de “suikast” tır ve  en kötüsü de “itibar suikastı” dır.

Suikast,  “Gizlice cana kıyma ve kötülük etmeye kalkışma”[7] yı; itibar  suilasti ise “Hedefteki kişinin itibarını yerle bir etmek amacıyla gerçekdışı isnatlarda bulunma” yı ifade eder.  Bu tür bir  suikast, insanın bedenini  yaralamasa veya  onu yok etmese de onurunu,  izzet-i nefsini, itibarını, kişiliğini yaralar ve yok eder.  Dolayısıyla toplum hayatını sarsan bir  etkiye de sahip olur. Bu nedenle Allah Teâlâ, müminleri insanlar hakkında temelsiz bilgilere dayalı tahminî değerlendirmelerden;  onların gizli hallerini  araştırmaktan ve  dedi kodu yapmaktan   sakınmalarını istemiş, bu tür  tutum ve  davranışları yasaklamış, günah saymış; hatta dedikoduyu ölü insan eti yemekle eş değerde tutmuş[8]  ve fitne oluşturacak söz ve davranışların kıtalden daha büyük bir suç ve  günah olduğunu açıklamıştır.[9]

Kur’an’ın bu evrensel ilkesine  rağmen  maalesef  bazı Müslümanların, kişisel çıkarları,  makam ve mevki hırsları  sebebiyle  ile itibar yaralayıcı davranışlarda bulundukları da  bilinen bir olgudur. Bu durum, yaygınlığı sebebiyle “vak’a-i âdiye” den bile sayılmaktadır. Başta şark kurnazlığı  olmak  üzere öngörülen hedeflere ve amaca   ulaşmak için her şeyi mubah görme anlayışı  da buna dahildir. Dolayısıyla  Kur’an, bu tür  davranışları  asla onaylamamış,  müntesiplerinden her durumda  ve her mekanda  Kur’an ilkelerine ve  Hz. Peygamber’in  örnekliğine  yakışan bir tavır sergilemelerini istemiş; bu nedenle böyle bir  tutum ve davranış içinde  olmayanlara  da “Fe eyne tezhebûn/nereye gidiyorsunuz?” sorusunu sorma ihtiyacı hissetmiştir.  Biz de Kur’an’ın bu  yöntemini  uygulatarak  soralım:   Kur’an’ın insan hayatını, aklını,  malını, neslini, dinini ve onurunu koruyan emirlerini ve yasaklarını dikkate almayan, hatta görmemezlikten gelen ve  bu nedenle de  itibar  suikastında bulunan  Müslümanlar, nereye gidiyorlar?

YAZARIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

MİRATHABER.COM 

Prof. Dr. Celal Kırca

[1] Maide,5/32

[2] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, Ankara 2003, 2/206.

[3] Ahmet Yaman, Savaş, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2009, 36/ 192-193’den özetlenmiştir.

[4] Aşıkpaşaoğlu Tarihi,  Hazırlayan  Nihal Atsız, İstanbul 1970, s.51.

[5] Buhârî,  Cihâd, 157.

[6] Busbecq,  Türk Mektupları, İş Bankası Yayınları, Çeviren  Derin  Türkömer, İstanbul 2005, s.135.

[7] TDK, Türkçe Sözlük, Ankara 2005, s.1816

[8] Hucurat,49/12.

[9] Bakara, 2/217.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.