islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,4375
EURO
34,7411
ALTIN
2.439,70
BIST
9.915,62
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
15°C
İstanbul
15°C
Az Bulutlu
Pazartesi Az Bulutlu
17°C
Salı Az Bulutlu
17°C
Çarşamba Az Bulutlu
18°C
Perşembe Az Bulutlu
19°C

“ALLAH RIZASI” NI AMAÇ EDİN (ME)MEK

“ALLAH RIZASI” NI AMAÇ EDİN (ME)MEK

Allah Teâlâ, insanların yaptıkları işlere dikkat çekerek “Her birinizin yaptığı işler farklıdır”[1] der ve sahip olduklarından  verenler ile vermeyenleri; haramlardan  sakınanlarla sakınmayanları; “hüsna”yı /en güzel sözü/kelime-i tevhidi  tasdik edenlerle etmeyenleri de  bu farklılığa örnek olarak  verir ve  daha  önemlisi  her insanın  fıtratına uygun iş yaptığını  açıklar.[2]

Nitekim vakıa da bunu göstermektedir. Kimi kişilerin, işini yaparken yaptığı işin helal mi haram mı, temiz mi değil mi,  doğru mu yanlış mı,  güzel  mi değil mi? olmasına dikkat edip  özen gösterdiği; kimi kişilerin de  bu ilkelere  önem vermediği, dolayısıyla  yaptığı işe yeterince özen göstermediği; kimi insanın, sahip olduğu şeylerden  başkalarına vermediği, vermek istemediği, biriktirmeyi sevdiği ve  cimrilik ettiği; kimi insanın sahip olduklarından verdiği fakat  bu  verişini verdiği kişinin başına kaktığı; kimi insanın  verdiği, fakat  verdiklerinden bir  karşılık beklediği;  kimi insanın da  verdiklerinin karşılığını  hem  verdiği kişiden hem de  Allah’tan beklediği; kimi insanın da  verdiklerinin karşılığını sadece  Allah’tan beklediği ve    O’nun rızasını umduğu müşahede ediliyor.  Bu nedenle  yaptığı  yardımın ve iyiliğin karşılığını sadece  Allah’tan beklemeye ve onun rızasına talep etmeye de “hasbîlik” deniliyor.  Bunun içinde “ihlaslı olmak” gerekiyor. İhlâs da “Şirk ve riyadan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel mânada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızâsını gözetme” [3] yi ifade ediyor. Bu tanımın   genel muhtevası ise  Kur’an’da şöyle  açıklanıyor:

Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da yaptıkları bu iyiliği başa kakmayan kimseler Allah katında  mükafatlarını mutlaka  alacaklardır. Onlar için  korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir. Unutulmamalıdır ki  gönül alıcı güzel bir söz ve bir kusuru  bağışlama sonradan başa kakılan iyilikten  daha hayırlıdır. Allah Ganî’dir, yaptığınız iyiliklere   muhtaç değildir, Halîm’dir, başa kakıp inciterek  yardım edenleri  cezalandırmada acele etmez.

Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmayan ve  insanlara gösteriş olsun diye  malını dağıtan kimse gibi, siz de verdiklerinizi baş kakarak insanları incitip  boşa çıkartmayın.  Zira gösteriş için yardım yapanın durumu, üzerinde azıcık toprak bulunan  bir kaya gibidir.  Bu kayaya şiddetli bir yağmur yağınca toprağını alır gider, geriye sadece çıplak  bir taş kalır. (Gösteriş için iyilik yapan) bu  kimseler, yaptıklarından  hiçbir sevap  elde edemezler. Allah kafirleri  umduklarına asla kavuşturmaz.”[4]

“Muttaki cehennemden uzak tutulacaktır. O, malını-mülkünü hayırlı işlerde harcar, temizlenip arınır. Bunu kimseden bir karşılık beklemeden yapar.  Onun tek amacı Yüce Rabbinin rızasını kazanmaktır. Kendisi de ileride mutlaka hoşnut olacaktır.”[5]

“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Onunla beraber olanlar, kafirlere karşı başları dik ve güçlü; kendi aralarında ise  şefkatli ve merhametlidirler. Sen onları rükû ve secde eder halde görürsün. Onlar Allah’ın lütfunu ve rızasını amaç edinmişlerdir. Onların alameti, alınlarındaki secde izidir. Böyle inançlı kimseler, Tevrat ve İncil’de  şöyle bir misalle anlatılır:  Onlar tıpkı bir ekin gibidirler. O ekin filiz çıkartır, filizleri kuvvetlenir, kalınlaşır ve çiftçinin hoşuna gidecek  bir şekilde sapı üzerinde dimdik durur. Bu misal kafirleri öfkelendirmek için verilmiştir. Allah onlardan inanıp  iyi ve yaralı işler yapan kimseleri bağışlayacak ve onlara büyük mükâfat verecektir.”[6]

Onlar kendileri muhtaç oldukları halde, yoksul, yetim ve esirleri doyururlar(ve şöyle derler:) ‘Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden  her hangi bir karşılık, bir  teşekkür beklemiyoruz. Biz, o çok sıkıntılı ve çetin günde Rabbimizin azabından  korkarız’ Bu sebeple  Allah da onları bu dehşetli günün azabından koruyacak ve yüzlerine nûr, gönüllerine  sürûr  verecek. Sabrettikleri için mükâfat olarak  onlara cennet  ve ipekli giysiler lütfedecek.”[7]

Hiç Allah’ın rızasına uyan kimse, Allah’ın gazabına uğrayan ve yeri cehennem olan kimse gibi olur mu?” [8]

Bu konuda  Hz. Peygamber’in  de  şu açıklamayı  yaptığı bilinmektedir:

…Allah  ancak samimiyetle ve kendi rızası gözetilerek yapılan işleri kabul eder.”[9]

Bu ayetler ve bu hadis, bize yapılan iyiliklerin ve yardımların “Allah rızası” için  yapılmasını, yapılan iyiliklerden ve yardımlardan  dolayı bir başkasından  karşılık beklenmemesini istiyor.  Ne var ki insanoğlu, çoğu kere olumsuz duygularının etkisinde kalarak, yaptığı yardımlardan ve iyiliklerden bir  karşılık bekliyor, beklediği karşılığı göremeyince de “Ne olacak! Nankör insan!” diyebiliyor. Böyle bir tavrın ise genellikle kişiliği yeterince  gelişmemiş, olgunlaşmamış, duygularının etkisinde kalmış  “çiğ” insanların yaptıkları/yapabilecekleri  bir davranış tarzı olarak  biliniyor.

Bu nedenle  Allah Teâlâ, “ İnsanları Allah’a çağıran, iyi ve yararlı işler yapan  ve ‘Ben  bir Müslümanım’  diyen kimseden daha  sözü güzel kim olabilir?  Bilin ki, iyilikle kötülük asla bir değildir. Sen kötülüğü  daima en iyi şekilde  sav( kötülüğe iyilikle karşılık ver). Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık olan kimse çok samimi bir dost oluvermiş! Fakat bu sadece sabırlı kimselere  verilen bir meziyettir. Evet bu meziyet, sadece yüksek ahlak ve faziletten nasibi olanlara verilmiştir”[10] sözleriyle, iyiliğin evrensel  boyutuna dikkat çekmekte,  inananları bu konuda uyarmakta, böyle bir kişiliğe  de ancak sabırlı, ahlak  ve fazilet sahibi  kişilerin ulaşabilecekleri mesajını vermektedir. Nitekim Kur’an’da böyle vasıflara sahip olan peygamberlerden söz edilmekte, bunlar arasında Hz. Muhammed’in ayrı bir konuma sahip olduğu; ahlakî  kişiliğinin  övüldüğü ve  ümmetine örnek  olarak  gösterildiği görülmektedir.

Hz. Peygamber,  bir gün namaz kılmak amacıyla Kâbe’ye gelir ve etrafına şöyle bir göz gezdirir. Bir tarafta Ebu Cehil ve arkadaşlarını, öbür tarafta Abdullah b. Mes’ud’u, diğer tarafta ise daha önce putlar için kurban edilmiş deve işkembesini ve bağırsaklarını görür. Put sevgisi iliklerine kadar işlemiş olan Ebû Cehil’in ve arkadaşlarının yanına  gitmez. Zira o, ne zaman Kur’an okusa, onların kendisine hain gözlerle baktıklarını; “Putlara tapmayın, Allah’a şirk koşmayın, sadece ona kulluk edin” dediği için de kendisine düşman olduklarını biliyordu. Zira onların Ebu Tâlib’e gittiklerini, “Kardeşinin oğlu putlarımıza küfretti. Dinimizi ayıpladı, atalarımıza hakaretler etti” dediklerini, hatta onu tehdit ettiklerini de unutmamıştı.

Bu nedenle onlardan biraz uzakta bir yerde ibadet etmeyi tercih etmiş ve orada namaz kılmaya başlamıştı. Bu arada Ebû Cehil, her zaman olduğu gibi aklına bir hainlik gelmiş ve yanındakilere, “Kim gidip şu deve işkembesini, Muhammed secdeye vardığında sırtına koyacak?” demişti. Ukbe b. Ebi Muayt, bu sözü duyar duymaz, hemen yerinden fırlamış ve Hz. Peygamber secdeye vardığında deve işkembesini almış, onun  sırtına ve boynuna gelecek şekilde koymuştu. Bu nedenle de Hz. Peygamber başını yerden kaldıramamıştı. Bu olaya şahit olan İbn Mes’ûd ise bir şey yapamamanın derin üzüntüsü içinde donup kalmıştı. Bu durumdan haberdar olan Peygamberimizin kızı Fatıma,  koşarak gelmiş,  o işkembeyi babasının sırtından almış ve yere koymuştu. [11]

Bu olay, Hz. Peygamber’in müşriklerin arzu ve isteklerine boyun eğmediğini ve görevinin gereğini hakkıyla  yapmaya devam ettiğini, asla çıkar ilişkisine girmediğini ve sadece Allah rızasını amaçladığını  göstermektedir.  Bu onun hayatı boyunca uyguladığı  en temel ilkelerden biriydi ve bu ilkeyi de ümmetine  şöyle   ifade etmişti:

“Kim insanların rızasına karşı (insanlar gücense bile) Allah’ın rızasını gözetirse, insanlardan gelen sıkıntılara karşı Allah onu korur. Kim de Allah’ın rızasına karşı insanların rızasını gözetirse, Allah, o insanları ona musallat eder, onların insafına bırakır.”[12] 

Atalarımız da bu gerçeği “İyilik yap  denize at! Balık bilmezse Hâlık bilir”  sözüyle açıklar. Bu nedenle kâmil bir Müslüman, yaptığı iyiliğin ve yardımların karşılığını, iyilik yaptığı kişiden değil, sadece Allah’tan bekler ve  iyilikte bulunduğu ve yardım ettiği kişiyi  minnet altında bırakmaz. Böyle bir kişiliğe sahip olan Müslümanlar, elbette ki toplum içinde  mevcuttur ve  varlıkları ile de muhtaçlara can suyu   olmaktadırlar. Bunlar,  gösterişe önem vermezler, yardımlarını Allah rızası için yaparlar, hasbîdirler;  dolayısıyla da“ sağ elinin verdiğini  sol elinin duymasını” istemeyen  bir karaktere ve  anlayışa sahiptirler.  Nitekim  kökeni Selçuklu’ ya dayanan ve Osmanlı’da  da uygulanan “sadaka taşı” anlayışı, bunun en güzel  örneğini teşkil eder.

Ancak günümüzde bu  anlayışın ve  davranış tarzının gittikçe erozyona uğradığı; “beğenme” ve  “beğenilme” tavırlarının ve  “gösterişin”  öne çıktığı,  yazılı ve görsel basının, özellikle de internetin  etkisiyle “ben merkezci” bir tavrın daha da geliştiği ve narsist bir tavra  dönüştüğü; güvensizliğin, dolandırıcılığın, hırsızlığın ve sahtekarlığın arttığı; doyumsuzluğun sınır tanımadığı; “Allah ne der?” ve ya “ Allah rızası” anlayışının yerini “El alem ne der?” anlayışına bıraktığı, dolayısıyla  Allah rızasının geri plana itildiği, dikkate alınmadığı, önemsenmediği,   sadece sözde kalıp davranışlara yansıtılmadığı görülüyor. Bunun farkında olan  ve bu sorunlarla mücadele eden bilinçli insanlar tarafından  yapılan çabalarının  da yeterli  olmadığı  anlaşılıyor. Bu nedenle toplum olarak bu durumdan kurtulmak için çaba göstermek gerekiyor.  Zira Allah Teâlâ, “Bir toplum, (kavim) kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”[13]  Buyuruyor. Bu sünnetullahdır  ve bunda da bir değişiklik bulunmamaktadır.        

Prof. Dr. Celal Kırca

MİRATHABER.COM -YOUTUBE-

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

 

[1] Leyl,92/4

[2] İsra,17/84.

[3]  Süleyman Ateş, İhlâs, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2000, 21/535.

[4] Bakara,2/262-264.

[5] Leyl,92/17-21.

[6] Fetih, 48/29.

[7] İnsân,76/8-12.

[8] Âl-i İmrân, 162.

[9] Nesâî, Cihâd, 24.

[10] Fussilet, 41/33-35.

[11] Buhârî, Vudû, 69.

[12] Tirmizi, Zühd, 64.

[13] Ra’d,13/11.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Tevfik F. Aktan dedi ki:

    Allah razı olsun muhterem hocam, hakikatleri bütün açıklığı ile ortaya koymuşsunuz. Bunları idrak edenlere ne mutlu, idrak edemeyenlerin vay haline.

  2. Emine KIRCA dedi ki:

    Kıymetli amcacığım, ne mutlu Allahımızın buyurduklarını anlayıp anlatanlara ve anlayabilenlere… 👏🏻👏🏻👏🏻❤️