islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5292
EURO
34,9276
ALTIN
2.434,24
BIST
9.716,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
20°C
İstanbul
20°C
Az Bulutlu
Cuma Az Bulutlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
16°C
Pazar Az Bulutlu
17°C
Pazartesi Az Bulutlu
18°C

Kıbrıs’ın Bugünü Türkiye’nin Yarını mı?

Kıbrıs’ın Bugünü Türkiye’nin Yarını mı?

3 Kasım 2002’de ülkemizde seçimler olmuş, Adalet ve Kalkınma Partisi seçimi büyük bir meclis çoğunluğu ile kazanmış, Cumhuriyet Halk Partisi de mecliste temsil edilen tek muhalefet partisi olmuştu. Yeni iktidar, Kemal Derviş’in başlattığı yapısal dönüşümü intaç ettirmekte kararlıydı. Üçlü koalisyon döneminde başlatılan ekonomi-finans hamlelerine ilaveten özelleştirme,  AB uyum yasaları, tarım, radyo-TV ve daha birçok alanda düzenlemeler birbiri ardına gündeme geliyordu.

En yukarıdan en aşağıya kadar bir değişim, dönüşüm havası esiyordu. Yeni iktidar ülkenin önündeki müzmin bütün meseleleri çözüm masasına yatırmak ve sonuca bağlamakta kararlıydı. Medyadan siyasete, sokaktan meclise her tarafta aynı havaya kapılmışlık gözleniyordu. O hava içerisinde “Kıbrıs meselesi” de ülkemizin önünde ayak bağı olan müzmin bir sorun olarak görülüyordu. Arktık bu sorundan kurtulmanın zamanı gelmişti.  Tavandan tabana herkes aynı sloganı tekrarlıyordu: “Kıbrıs’ta çözümsüzlük çözüm değildir!”

1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından fethedilen Kıbrıs, II. Abdülhamid iktidarının 2. Yılında, yani 1878 yılında yapılan Berlin Kongresi’nde İngilizlere terkedildi. Devlet-i Âliye’yi Ruslara karşı koruyacağı beklentisiyle Britanya’ya yaptığımız gönüllü tahsis, daha sonra ilhaka dönüştü. İngiltere hem Akdeniz’i, hem Yakın Asya’yı, hem de Süveyş Kanalı’na hâkim konumu itibariyle Hindistan ve Uzak Asya yolunu ve kuzey Afrika’yı kontrol için bulunmaz bir üsse kavuşmuştu.

Sonrasında olanları biliyorsunuz. Bizi Ruslara karşı koruyacağını umduğumuz İngiltere öncülüğünde, Osmanlı Devleti paramparça edildi. Çekildiğimiz her coğrafyada olduğu gibi Kıbrıs Adası’nda da Devlet-i Âliye’nin yetim çocukları olan Türk nüfus kaldı. Türkiye 1955 Londra Konferansı ile başlayan süreçte Kıbrıs meselesine fiilen dâhil/müdahil olmaya başladı ve daha sonra da garantör devletlerden biri oldu. 1960 yılında Kıbrıs’a bağımsızlık(!) verilmişti. Türkiye, büyük bir öngörüsüzlükle olmazı olur sanmış ve Türklerin azınlıkta olduğu “müşterek” yönetimi kabul etmişti. Kıbrıs Türkleri yönetimdeki azınlıkları dolayısıyla baştan mağluptu. Ancak Rumlara bu da yeterli gelmiyordu. Zira Türklerin adadan tamamen yok edilmesiydi asıl maksat.

Enosis’i, yani adayı Yunanistan’a bağlamayı hedefleyen Eoka”cı çeteler, adadaki Türk nüfusa karşı tedhiş hareketlerini gittikçe artırdılar. Taciz, tecavüz ve katliamlar birbirini izledi. Ada Türkler için cehenneme çevriliyordu. Kıbrıs Türkleri kendi kıt imkânlarıyla Rum çetelere karşı mücadele etmeye çalışıyorlardı. Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı                kuruldu. Eski Türk filmlerinde, Kıbrıslı mücahitlerle ilgili sahneleri görmüşlüğünüz vardır. Radyodan dinlenilen ajanslarda (haberler) Rum çetecilerin işlediği şenaatleri, mücahitlerin mücadelesini, Rum çeteciler karşısındaki direnişlerinin, başarılarının anlatımını duyanlarınız olmuştur.

1964 yılında, Türkiye tarafından, adadaki Türklere yönelik artan hadisler karşısında, çıkartma kararı alınıp önce ABD büyükelçiliği haberdar edildi. Fakat harekât, ağır bir dille kaleme alınmış meşhur “Johnson Mektubu” ile başlamadan bitiyordu. Müttefikimiz(!) ABD’nin başkanı, bizi Rusya saldırısı halinde NATO ve ABD’nin yardımsız bırakacağıyla tehdit ediyordu. Gördüğünüz gibi tehdit yine aynı; Rus saldırısı tehlikesi.

1967 yılında yapılan katliam sonrası Türk Hükümeti tekrar harekât kararı aldı, ancak Müttefikimiz ABD arabuluculuk yapma vaadiyle hükümeti harekâttan vazgeçirdi. Ne ilginç değil mi? Türkler katledilirken müttefikimiz sessiz, lâkin “Biz Rumlara müdahale edeceğiz.” deyince müttefikimiz harekete geçip sükûnu sağlıyor(!)

1974’te ise, iktidarın küçük ortağı MSP’nin ve Başbakan Yardımcısı Erbakan’ın tazyiki ile Türkiye Adaya çıkartma yaptı.  Harekât sonrası Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. Ancak Türkiye Yavru Vatan’ın bağımsız bir devlet olarak tanınması konusunda gerekli diplomatik başarıyı bir türlü gösteremedi/göstermedi. Ne Arap devletleri, ne soydaşımız olan ülkeler, ne de başka İslam ülkeleri halen KKTC’yi tanımıyor.

Bu yazıdan maksadım Kıbrıs’ın tarihinde dair akademik ya da kronolojik malumat vermek değil.  Muradım, mazinin safahatından yola çıkarak bugün için bir söz söylemektir.

Merhum Erbakan, KKTC’nin kurucu cumhurbaşkanı merhum Denktaş’a, milli ve manevi değerleri merkeze alan eğitim kurumları açmasını telkin ettiğini, çeşitli vesilelerle ifade etmiştir. Kıbrıs Türklerini soykırıma tabi tutmaya çalışan Eoka çetelerine karşı, onlara mücadele gücü veren, Kıbrıs Mücahitlerini var eden değerlerin ihyası için gerekli şeyler bir türlü yapılmadı/yapılamadı. Belli bir bilinci tevarüs etmiş bir kuşak Kıbrıs Türklerinin varlık mücadelesini iyi kötü yürüttü. Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde durum hayli değişmişti.

Kıbrıslı mücahitlerin çocukları/torunları artık Rumlara karşı varlık mücadelesi yapmayı anlamsız buluyordu. Rumlarla aradaki sınırlar/kısıtlar kalkmalı ve iki toplum bir olmalıydı. Ada’nın Rumlar öncülüğünde yeniden tek devlet olması için “Annan Planı” devreye sokuldu. Kuruluş günlerine dönülecekti, Rumlar çoğunlukta oldukları için üstünlük doğal olarak yine onlarda olacaktı. Ancak bu kez KKTC halkı bu konuda Rumlardan daha hevesliydi.   Yıl 2004’tü Annan Planı için referandum yapılacaktı. KKTC’nin varlık mücadelesinde büyük katkısı olan Kurucu cumhurbaşkanı Rauf Denktaş plana “Hayır!” diyor, muhalefet ise “Evet!” diyordu.

Muhalefet havayı yakalamıştı. Batıdan gönülleri sarhoş eden meltemler estiriliyordu. Meltem Türkiye’yi de etkisi altına almıştı. Dönemin İktidarı “Çözümsüzlük çözüm değildir!” yaklaşımı içerisindeydi. “Gerekirse Rumlara toprak da verilebilir.” deniliyordu. Hem Türkiye’nin hem de Avrupa’nın rüzgârını ardına almış KKTC muhalefeti meydanları coşturuyordu. Kıbrıslı mücahitlerin nesli, Haluk Levent’in referanduma uyarlanmış şarkısını hep bir ağızdan söylüyordu:

“Kıbrıs mahpushane

İçinde biz mahkûm

Yeşil hat parmaklık

Bey baba(Denktaş) gardiyan oldu.”

Rumlar, Annan Planı’nın vadettiklerini az buluyordu. KKTC “Evet” derken Rumlar “Hayır” dedi. Buna rağmen adanın tek temsilcisi olarak Rum Kesimi AB üyesi yapıldı.

Bugüne geldiğimizde, KKTC’deki iktidar, varlık vesilesi, velinimeti olan Türkiye’ye karşı çıkıyor. Rum ve Avrupa tezleri lehine açıklamalar yapıyor. Hatta o kadar ki Türkiye’nin Ada’da işgalci olduğunu bile söyleyebiliyorlar. Adanın stratejik konumu oldukça değerli iken Doğu Akdeniz’de varlığı belirlenen büyük enerji kaynaklarını da düşünüldüğünde Batılıların ve Rumların neden Kıbrıs’ta Türk varlığına tahammülü olmadığını daha iyi anlamak mümkün.

Yazının hacmini daha fazla büyütmeye gerek yok sanırım. Bir milleti millet yapan değerler ihya edilmez ise çöküş kaçınılmazdır. Merhum Aliya İzzet Begoviç ne güzel demişti: “Savaş yenilince değil düşmana benzeyince kaybedilir.” KKTC’de yaşanan süreçle “düşmana benzeme” meselesinin derin ilgisi, üzerinde ciddi değerlendirmelerin yapılmasını muciptir. Hafta sonu KKTC’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu yapılacak. Görelim bakalım kim kazanacak?

Ülkemizin son kırk yılı ağırlıkta muhafazakâr/sağ partilerin iktidarında geçti. Ancak muhafazakârlık kendisini sorgulamadığı için sekülerleşmenin itici gücü olmaktan kurtulamıyor. Mevcut muhafazakârlık/dindarlık değerlerle ilişkisi sıfırlanmış bir kitlenin vücudunu hızlandırıyor. Diyet yaptıkça kilo alan bir bedbaht gibi ülkemizde muhafazakârlık; hiçbir şeyi muhafaza edemiyor. Muhafazakâr sözümden sadece iktidar çevrelerini kastettiğim zannedilmesin.

Değerleri değil, iktidar nimetlerini merkeze alan içtimai yapılanmalarla, İnsan Hakları ideolojisi temelinde yapılan uluslararası sözleşme ve mevzuat düzenlemeleriyle, hız ve hazzı telkin eden ahlaksız medya ve iletişim düzeniyle varacağımız yer faklı olmayacaktır.

Bakmayın atılan beylik nutuklara! Hızla düşmana benziyoruz, vesselam.

Şaban ÇETİN

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.