Kur’ân, insanlara tek bir Allah’a inanmalarını sağlayacak bilgiler verir; kainatı ve içindekileri de O’nun varlığına bir delil olarak sunar. Bu deliller, bakan ve gören göze göre, bazen bir çiçekte, bazen bir kuşta, bazen bir gezegende ve bazen de yıkık bir harabededir. Nitekim bazı insanların veya toplumların, bu delillerden birini veya bir kaçını, diğer fert veya toplumlardan daha önce anlama, imkan ve kabiliyetine sahip oldukları ve farklı metotlar geliştirdikleri görülmektedir. Bunlardan biri de, gezmek ve gezerek yeryüzünü temaşa etmektir. Bu konuda Kur’ân şöyle der:
“Yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah yaratmayı ilkin nasıl başlatmıştır, inceleyip araştırın. Sonra da O, sizi (öldükten sonra) yeniden diriltecektir. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter”[1]
Bu âyet, Allah’ın kudret ve azametini ve yeryüzündeki hayatın ilk başlangıcını, gözlem metodu ile öğrenmemizi ve bilmemizi isterken, bir taraftan da yeryüzünü gezip dolaşmamızı istemektedir. Bilgi elde etme yollarından biri de, şüphesiz gözlem metodudur. Görerek ve deneyerek öğrenmedir. Kur’ân-ı Kerim de bu amaçla seyâhat edilmesini açıkça emretmektedir. Sıhhati tartışmalı olmakla birlikte Hz. Peygamber’in de “Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz” [2] dediği nakledilmekte; dolayısıyla seyâhatin, insan psikolojisi üzerinde derin etkilerinin bulunduğu bilinmektedir. Bunun da sebebi, seyâhatte bir hareketin var oluşudur. Nitekim Alfert Adler, bu konuda şöyle der: “Ruh ile serbest hareket arasında sıkı bir bağ vardır. Sabit, bir yere bağlı organizmalarda ruh hayatı yoktur: Hareketle ruh hayatı arasında bir bağlılık olduğuna göre ruhta meydana gelecek gelişmeler, organizmanın serbest hareketliliğine bağlı bulunmaktadır: Çünkü bu hareketlilik, uyarıcı bir unsur olmaktadır.” [3]
Kur’ân-ı Kerim seyahati emrederken, bu hareketliliğin uyarıcı etkisinden istifade ederek, insanları gözlem yapmaya davet eder ve şöyle der:
“Gökte ve yerde olan şeylere bakın.”[4]
“Başlarının üstündeki göğe bakmazlar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl tezyîn eyledik”[5]
“Allah’ın yarattığı şeylere bakmazlar mı?” [6]
“Onlar deveye bakmazlar mı ki, nasıl yaratılmıştır?”[7]
Seyahat esnasında insan, gökyüzüne, yeryüzüne, yeryüzündeki tabiî güzelliklere, hayvanlara, bitki örtüsüne, akan suya, çağlayan ırmağa ve yıkık bir harabeye bakacak, duyguları incelenecek, yumuşayacak, zihni durmayacak, çalışacak ve bunların kendiliğinden olmadığını mutlaka bir yaratıcısı bulunduğunu anlayacak ve neticede iman edecektir.
İnsan ruhu, bir şekilde dışarıdan kendisini destekleyen mes’elelerle karşı karşıya bulunur. Bütün bu meseleler, sosyal hayat mantığına sıkı sıkıya bağlıdır. Ferde sürekli olarak etki yapan ve belli ölçülerde onun etkileri altında kalan şartlardan en önemlisi sosyal hayat mantığıdır. [8] Sosyal hayat mantığının oluşmasında da dış çevrenin ve özellikle seyâhatlerin büyük etkisi vardır. Seyâhatler esnasında, yolcunun algılayacağı şeylerle birlikte dış çevrenin kendisine yapacağı baskılar, o kişiyi hidâyete erdirebilir.
Bugün yetersiz eğitim şartları içinde gerçek insan bilgisini, “pişman günahkarlar” tipinde görmekteyiz. Böyle bir kişi, hayatın bütün aksayan taraflarını yaşamış ve kendisini bu durumdan kurtarmıştır, ya da çok yaklaşmıştır[9]. Zira mutlak hakikate, çok yavaş bir şekilde kendi kusurlarımızı gördükten sonra yaklaşırız.[10] Aynı şekilde başkalarının yanlışlarını ve hatalarını gördükten sonra da insan, hakikate yaklaşabilmektedir. Bu amaca insanları ulaştırmak için Cenâb-ı Hak, şu çağrıda bulunur:
”Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonlarının ne olduğunu görsünler.”[11]
“Nice kasabaların halkını haksızlık yaparken yok ettik. Artık çatıları çökmüş, kuyuları metruk, sarayları bomboş kalmıştır. Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir.”[12]
”Ey Muhammed de ki, yeryüzünde dolaşın da öncekilerden çoğu putperest olanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.” [13]
“Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce ve kendilerinden daha kuvvetli olan ve yeryüzünde daha çok eser bırakan kimselerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmedin mi? Allah onları suçlarıyla yakalamıştır.”[14]
Şayet insan, Allah’ı bırakıp da kendi gücünün çok üstünde olan ve ümitlerini gerçekleştirmede bel bağladığı yahut şu veya bu şekilde faydalandığı tabiat güçlerini ve kişileri (lider, kahraman, şarkıcı, sporcu, artist vb. gibi) kutsallaştırır, hattâ tanrılaştırırsa,[15] başına gelecek felâket de, elbette yok olma olacaktır. İşte Kur’ân-ı Kerim, insanlardan yeryüzünü gezip dolaşmalarını ve inkâr ederek veya azarak yok edilen kavimlerin ve toplumların acıklı sonlarını görmelerini ve ibret almalarını bunun için istemektedir. Kur’ân-ı Kerim, eski çağlarda insanların günlük denemelerini ve tecrübelerini ilgilendiren her şeyi, kutsallaştırdığını ve bu yüzden de helâk edildiklerini bize haber vermektedir. Hatta haber vermekle kalmayıp, insanlardan bizzat gidip onların acıklı sonlarını görmelerini istemektedir. Kur’ân’ın bundan amacı, insanın görerek ibret alması ve hidayete ermesidir.
Bu çeşit seyâhatlerde insanların düşünce ufukları genişlemekte ve hakikate daha kolay ulaşabilmektedir, insanlığın her hangi bir nesli, beşeriyet ağacından ayrı düşünülemez. Her nesil insanlık ağacının mahkûm olduğu kanunlara bağlıdır. Binaenaleyh daha önceden suçluların başına gelenler, daha sonra gelenlerin de başına gelebilir. Zira tabiî kanunlar, değişmez ve geri durmaz. Yeryüzünde gezip dolaşmakla insanlar, ibret unsuru ihtivâ eden durumları, halleri ve örnekleri görürler. Böylece aydınlık ufukların pencereleri açılır.
Kur’ân-ı Kerim, yine insanları, değişmez kanunları araştırmaya, kanunların oluşumunu ve gelişimini düşünmeye ve böylece ufukları geniş ve sahası şumullü bir hayat yaşamaya çağırmaktadır. Katı, dar, sınırlı çevresiyle alâkası kesik ve her şeye kapıları kapalı bir hayat yaşamamalarını istemektedir. Yeryüzünde gezinmek, hem gönlü, hem gözü yeni yeni görüntülere açar. Daha önce gözün alışık olmadığı, kalbin farkına varamadığı bambaşka manzaralar gösterir. İnsanoğlu, alıştığı yerde yaşarken gördüğü manzaralar ve gariplikler karşısında pek dikkatli davranmaz. Ama bir yeri dolaşıp seyâhat ettikten sonra kalben ve zihnen her manzara karşısında ayrı bir duygu ile ve ayrı bir uyarı ile karşı karşıya kalır. Yer yüzündeki her yeni görünüşe bir başka şekilde bakar. Kendisinin yaşadığı yerde, on benzer hattâ ondan daha güzel, göz alıcı manzaralarla karşılaştığı halde dikkat edip de duygulanmadığı durumları, yolculuk ve misâfirlik sırasında gördüğü zaman dikkatle inceler. Seyâhatten dönen kişi, sırf bu yüzden yurduna yeni bir duygu ve yeni bir ruh ile döner. Araştırıcı veya bir düşünür, daha önce dikkat etmediği noktalara hayretle bakar ve daha çok dikkat eder.[16]
Günümüzde arkeolojik araştırma yapan bilginler, hayatın nasıl başladığını, nasıl yayıldığını ve nasıl geliştiğini, yer altı ve yer üstü kazılarla meydana çıkan eski eserlerde bulmaya çalışmaktadırlar. Her ne kadar bunlar, hayatın ana sırrını öğrenmek konusunda başarı elde edememişler, ilk canlı varlığın yeryüzüne nereden ve nasıl geldiğini ve yeryüzünde nasıl bulunduğunu ortaya koyamamışlar ise de, bir takım faraziyeler ortaya atarak bu problemi çözmeye çalışmışlardır. Fakat bu konuda ileri sürülen bu faraziyeler, hiçbir zaman hakikati tam olarak ifade edememiştir. Hatta bazı faraziyeler, dinî hakikatlere de ters düşmektedir.
Allah Teâlâ’nın “yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah’ın yaratmaya nasıl haşladığını bir görün” emri, insanları ilk hayatın ortaya çıkışı olayını araştırmaya ve öğrenmeye davet etmekte ve böylece onları imana ve ölümden sonraki dirilişe dikkatlerini çekmektedir. Bu açıdan mes’eleye yaklaşıldığı zaman, bir araştırıcı, gördükleri ve şahit oldukları şeyler karşısında bir takım faraziyelerle hakikati örtbas etmeye çalışmayacak, bilâkis bunlarda Allah’ın yaratıcı veya helâk edici gücünü görerek O’na iman edecektir.
Bu âyete muhatap olan ilk Müslümanlar, son asırda gelişen arkeolojik ve antropolojik araştırmalardan ve gelişmelerden pek tabiî olarak haberdar değildi, olması da mümkün değildi. Çünkü bu ilimler, son asırlarda çıkan ilimlerden sadece ikisidir. İnsanlar, bu ilimlerle eskileri araştırdıkça, eski eserleri ve tarihî yerleri gezip gördükçe, kendilerine gelebilecek ve bu vesile ile belki iman edebileceklerdir. Nitekim Peygamberimizin doğumundan önce ünlü Cahiliyye dönemi şâirlerinden Kuss b. Sâidenin yaptığı bir hitabede söylediği şu sözler, insanları imana getirme ve imana davet konusunda güzel bir örnek teşkil eder:
“Gaflet sahiplerine, geçmiş milletlere ve eski asırların halkına yazıklar olsun. Ey îyâd halkı, hani bahalarınız, dedeleriniz? Hani hastalar ve ziyaretçileri? Nerede o zorba Firavunlar? Hani o bina kurup yükselten, yaldızlayıp süsleyenler? Hani mâl ve evlâd? Nerede haddi aşıp azan, servet toplayıp yığan ve “hem sizin en üstün tanrınızım” diye feryâd eden? Onlar sizden daha çok servete sahip ve daha Uzun ömürlü değiller miydi? Yine de kara toprak onları kucağında öğütmüş, kudret ve kuvvetiyle paramparça etmiştir. İşte çürümüş kemikleri ve ıpıssız kalan yurtları. Şimdi onları uluyan kurtlar şenlendirmektedir.[17]
İnsan, gezip dolaşarak eski eserleri ve harabeleri görerek ibret alabilir ve kendisine bir çeki düzen verebilir. Böylece inanmayan kişiler inanabilir; inanan kişiler ise imanlarını daha da kuvvetlendirebilirler. Bu nedenle İslâm’ı ve hakikati tebliğ etmeyi amaçlayan irşâd hizmetleri, ilim, ticaret ve ibadet kastıyla yapılan yolculuklar, hicret, sıla-ı rahim, İslâm’ı ve vatanı korumak uğrunda yapılan savaşlar için girişilen seyahatler, insana ecir ve sevap kazandıracak kulluk görevleri arasında yer alır.
[1] Ankebût, 29/20
[2] Ahmet b. Hanbel, 3/280
[3] Alfert Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, çev. Şelâle Başar, İstanbul 1981, s. 19.
[4] Yunus, 10/101
[5] Kâf, 6.
[6] A’raf, 7/185.
[7] Ğaşiye, 88/11.
[8] Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, s.27.
[9] Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, s.18.
[10] Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, s.28.
[11] Meryem, 19/109.
[12] Hac,22/ 45–46.
[13] Rûm, 30/42.
[14] Mümin, 40/21
[15] Prof. Dr. Rasim Adasal, Yeryüzü Tanrıları Liderler ve Kahramanlar Psikolojisi, İstanbul 1979, s. 62.
[16] Seyyid Kutub, Fizilâli’l Kur’ân, Beyrut, tarihsiz, Cüz. 20, s. 119.
[17] Kuss b. Sâide, Cemheretu’l Hutabi’l A’rab, Ahmed Zeki, Matbaatu Mustafa el-Bâbî 1962, 1/38.