islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,4815
EURO
34,7356
ALTIN
2.407,77
BIST
10.045,74
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
17°C
İstanbul
17°C
Az Bulutlu
Perşembe Az Bulutlu
19°C
Cuma Az Bulutlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
19°C
Pazar Parçalı Bulutlu
20°C

Hak-Batıl; Mücadelesi ve İnsan’ın Var Olan İlişki Biçimlerine Bir Değini…

Hak-Batıl; Mücadelesi ve İnsan’ın Var Olan İlişki Biçimlerine Bir Değini…
2 Ağustos 2022 12:00
A+
A-

Sait Alioğlu’nun kaleme aldığı “Hak-Batıl; Mücadelesi ve İnsan’ın Var Olan İlişki Biçimlerine Bir Değini…” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz..

“Hak geldi, batıl zail(yok) oldu,”

Hak-Batıl mücadelesi, insanlık, daha doğrusu dönem, dönem içerisine düştüğü karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için insanlığa yol…

Hak-Batıl mücadelesi, insanlık, daha doğrusu dönem, dönem içerisine düştüğü karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için insanlığa yol gösterici olup Allah© tarafından gönderilen resullerin de mücadelesi olarak okunduğunda, en kadim mücadelenin bu mücadele olduğu kabul görecektir.

Kaldı ki, ister etkisiz eleman sıfatıyla, ister etkileyici/belirleyici sıfatıyla yaşanılan hayatın öznesi olan insanın verdiği diğer mücadelelerin, savaşların da hak-batıl savaşının birer parçası olduğu kabul görecektir.

Bu mücadele içerisinde -insanlar, esas kamplar dışında varsayılan kamplara dahil edilecek olsa da- sonuçta iki ana kampın varlığı bilinmektedir.

Bunlar; hak ve batıl kamplar olarak öne çıkar.

Bununla birlikte, “ilgilisince” sözde varsayılan farklı kamplar, bu iki “ana” kampın dışında gösterilse de, hak, esasa yönelik olmayan bazı tali yorumlar istisna kılındığında, hakkın bir tek yoldan ibaret olduğu; bunun yanında batılında çoğullaşmış haliyle yine bir tek yol olduğu görülecektir.

Görünüşte birbirinden farklı dinler, mezhepler, ideolojiler, düşünce kalıplarına rağmen temelde batılın da hak gibi bir tek olduğu söz konusudur.

Necip Fazıl, bu hak-batıl olgusuna dikkat çekmek için “Oluklar çift; Birinden nur akar, birinden kir.” derken pek de haksız sayılmaz.

Öyle olmasa idi, “hangi batıl haklı, hangi batıl ise haksız, temelsiz” olarak Allah© ve insanlar tarafından kabul görülecekti?

Bu haklılık ve haksızlık elbette “aklın yolu birdir” fehvasınca, gözle görülen bir vasatta, o da maddi bağlamda bilinecek ve kabul edilecekti, ama işin içerisine hikmet olgusu dahil olduktan sonra, bazı haklılıkların, yasallıkların geçerli bir tarafının olmadığı da kabul görecekti.

Hak konusu kadim bir konu… Hem Allah’ın varlığını kapsaması, O’nun isteğinin bir tezahürü olması ve hem de insana bakan bir yöne tekabül etmesi söz konusu… Temelde içerik olarak Allah’ın(Hak Teâlâ) varlığı itibarıyla Hakk oluşu, onun yaşanılan ortamda var olan ümmetlere bir şeriat va’zetmesi ve ona bakılarak hayatın düzenlenmesi… Bunun yanında, yukarıda da belirttiğimiz üzere, salt dünya hayatı için anlam ifade edebilecek bazı yasallıkları içermesi…

Hak konusunda yetkiyi aşmak ya da genişletmek…

Hayatın öznesi olan insanın evvel emirde, çevresinde bulunan varlıklardan ziyade, dünyaya adım atması ile başlayan hayatında, “doğal olarak” hak sahibi olduğu gerçeği, yalın bir gerçek olarak kabul görür.

Bu hak sahibi oluşu, insanın bir aile içerisinde hayata adım atması ile başlayan, adına “çocukluk” evresi” denilen bir zaman dilimi içerisinde, ana, babasından vb. “isteği ile alakalı” haklara binaendir.

Zamanla, hak sahibi olan insan/çocuk akil, baliğ olup rüşdünü ispat etmeye başladığında, hem hak sahibi olması devam eder ve hem de çevresinde, kendisi ile bir ilişki biçimine giren insanlara yönelik, onlara tevdi edilecek haklarla hemhal olur.

Kişinin, gerek çocukluk evresinde ailesinden, hak ettiği şeylerle, büyüdüğü oranda gerek toplumdan/devletten karşılığını istediği haklar ile ailesine, topluma/devlete yönelik mesuliyetinde(sorumluluk) çerçevesinde tabiri caizse “karşı hak” ile karşı karşıya kalır.

Bunların sınırı İslam şeriatında çok önemli olmakla bielikte sade ve anlaşılır olarak yer alır.

Bu haklar, modern batılı mantalitenin “buyurduğu üzere” zamanla ne çoğalır ve ne eksilir.

Bazı sebeplerden dolayı, o da geçici bir müddet “kısıtlı” kalabilir, ama sınır aşımız olmaz, ölçü kaçırılmaz, var olan denge/ler sarsılma yoluyla iğdiş edilmez.

Zira burada Allah’ın hikmeti söz konusudur.

Ama modern batılı mantalitede bunlar ya azaltma, ya da çoğaltma yoluyla tabiri caizse “işin suyu çıkacak şekilde” ele alınırlar.

Çoğu zaman, haklara ya tümden müdahale, ya da aşırıya kaçma, onu alabildiğine çoğaltmaya çalışmanın hiç de iyi sonuç vermediğine şahit olmaktayız.

Çocuğun, bazı batı ülkesinde “daha rüşdünü ispat etmeden” adeta, onu annesi doğurur, ama o toplumun, oradan da hareketle “devletin çocuğu” derekesine düşürülmesi ile yine çocuğun esas rüşd yaşı olan on sekizinde,”artık özgürüm; artık o özgür bir birey” düşüncesiyle aileden kopması/koparılması bir hak olarak düşünülse dahi, o çocuğa yapılan bir zulümdür.

Gel de,o yalın gerçeği batıya anlat!

Kim, kime, dım, dınma…

Bu tür totaliter bir koparma düşüncesinin komünist mantık içre bir karşılığından bahsedilse de, bu tür davranışlar, kendi bütünlüğü içerisinde “Tanrı’yla ilişki biçimine sahip” olmaya devam eden dindar batılı insanı da böyle bir cendereye sokan seküler, profan(din dışı) anlayışlar eliyle hem de neredeyse tüm kurum ve kuruluşların marifetiyle “bir eşden” yürütülmektedir.

Bunun tezahürü, batılı temele dayandırılmış “bize hükmeden” devletler eliyle birçok Müslüman ülkede de sürgit devam etmektedir.

Örnek olarak “kadın-erkek” ilişkilerinde şer’i ve ona bağlı olarak süreç içerisinde oluşan toplumsal ilişkilerin alabildiğine törpülenmesi gibi sebepler bir çırpıda sayılabilir.

Bunu aşmanı yolu, Müslüman olduğumuz gerçeğinden hareketle zihnimizi yeniden “değişmeyecek olan” eskimeyen hakikatler üzerinden var olan seküler anlayışa dur demek; eskimeyen hakikat yeniden işerlik kazandırmak, hemen her konuda olması gerektiği üzere zihniyet değişimine evet demek; kısacası başkalaşmadan yeniden var olmak şeklinde özetlenebilir.

Bir de öteden beri bize dayatılmak istenen ve maalesef muhafazakâr bir iktidarın onayıyla bir dönem yasal olarak varlığın sürdüren “İstanbul Sözleşmesi”nden sadır olan ve çoğu da gayr-i insani, gayr-i İslami olan ilişki biçimlerine karşı Müslümanca mücadele etmek gerekir.

Bu sözleşmeyi içeren bazı uygulamalar, dönem, dönem adeta Müslüman mahallede salyangoz satmak kabilinden adına yanlış ve haddi aşan bir ifadelendirmeyle “onur yürüyüşü” denen pespayelik bir hak olarak kabul görebilir mi?

Görmemesi lazım, ama bırakın laik kanatın siyasilerini, sözde Müslüman mahallede büyümüş bazı muhafazakâr siyasetçin dahi, bu sözleşmeye, dolayısıyla da onur yürüyüşçülerine “kucak açmak istemeseler de” “şimdilik” karşı kıyıda bulunmaları hasebiyle karşı çıkıcı bir ifade kullanmamaları nasıl izah edilebilir?

Sonuçta tevhid’i anlama konusundan, tutunda tüm varlık bağlamında “insan-kendi; insan-toplum; insan-Allah ilişkisine kadar bir yelpazede hareket eden insanın hak’tan ayrı düşmemesi ve hayatını şer’i şerif’e göre “yeniden” tanzim etmesine bağlı olarak kadim ilişki biçimlerinde sahih/doğru yolu sürdürmesi gerekmektedir.

O zaman var olan ilişki biçimlerine bir bakış…

İnsan ve ilişki biçimleri…

Hak, hayatın öznesi olan insan açısından önemli bulunan ve onun varlıklarla ilişkisi içerisinde değerlendirilecek olan “insan-kendi; insan-toplum; insan- Allah ilişkisi” dikkate alındığında, ilişkiler bazında bir yer değişikliğinin varlığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

İnsan önce kendini tanıyacak, tanımlayacak, hayatını anlamlandıracak, daha sonra bu tanına, tanımlama; anlama ve anlamlandırma üzerinden üst bir ilişki biçimi olan “insan-toplum ilişkisi”ne geçiş yapacak, yükselecektir.

Ya da, en başta kendini tanıma, tanımlandırma; anlama ve adlandırmada” başarılı olup olmamasıyla alakalı olarak yanlışlıklar yapınca da düşüşe geçecektir.

Kısacası insanlık sınavında sınıfta kalacak, başarısız olacaktır.

Bu konuda, Hakk Teala ile ilişkisinde o yükselişin ve düşüşün “ne’liği, nasıllığı, niteliği ve niceliği”de kendiliğinden anlam kazanacak ve bir fiyata mebni olacaktır.

Son ilişki biçimi, yani “insan-Allah ilişkisi” içerik olarak, dünya yüzünde insanın insanla yüz yüze gelmesi ve o yüz yüze gelmenin sonucunda oluşan ilişkilerin mahiyeti icabı, son kertede insanın yaratıcı ve kanun va’zedici olan Allah ile ilişkisini de belirleyecektir.

Buna bağlı olarak; a) İnsan, belki de mükâfatının büyük bölümüne ahrette elde edecek ve dünyada da ondan bir miktar yararlanacaktır. B) Ya da tam tersi olarak dünyada “mutlu, mesut” bir şekilde yaşayacak ve ahrette de o “kaybedenlerden” olacaktır.

İşte, Allah’ın insana uygun gördüğü/göreceği mükâfat ve mücâzat” aslında, insanın ilk ilişki biçimi olan “insan-kendi ilişkisi” biçiminde kendine ya yazık etmesi, ya da hakka uyarak kendisiyle barışık yaşaması sonucu insan-toplum/çevre ilişkisi” sonucunda nihayete erecektir.

hikmetakademisi.com/ SAİT ALİOĞLU 

ETİKETLER: Manşet
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.