Prof. Dr. Celal Kırca
Cehâlet, insanı duygularının ya da duyduklarının esiri yapan etkenlerin başında yer alır. Bu nedenle kimi insan, görece bir cehalet dünyasında yaşadığı için neyi ne kadar biliyorsa onu gerçek zanneder ve onun haricindeki hakikatleri öğrenme zahmetine katlanmaz, dolayısıyla da duydukları ve bildikleri ile yetinmeyi marifet sayar. Zira cehâlet, “nefsin bilgiden yoksun olması” , “bir konuda doğru olanın tersine inanma” ve “bir konuda yapılması gerekenin tersini yapma” anlamlarını ihtiva eder.[1] Bu nedenle doğru bir hayat yaşamak isteyen insan ise doğru bilgiye ihtiyaç duyar ve onu elde etmek için bir arayış içinde olur.
Nitekim Allah Teâlâ, bu konuya dikkatimizi çekerek bir taraftan “ Ey Nuh ! O, senin (kurtarmayı vadettiğimiz) aile fertlerinden biri değildi. Çünkü o doğru bir iş yapmamıştı. Sen aslını esasını bilmediğin şeyi Benden isteme. Sana cahillerden biri olmamanı tavsiye ediyorum”[2] derken; diğer taraftan da insanlara “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü göz, kulak ve kalb/akıl bundan sorumlu olacaktır”[3] uyarısında bulunur. Zira doğru bilgi yoksa, doğru bilinç; doğru bilinç yoksa doğru eylem de yoktur. Bu nedenle işlerin doğru olabilmesi için, doğru bilgiye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı da Müslüman, öncelikle Kur’an’dan karşılar; ondan elde ettiği bilgiler ile de dinî hayatını şekillendirir ve tanzim eder. Bu nedenle dinî konuda Kur’an’a dayanmayan veya onun tarafından onaylanmayan her bilgi, doğru olmayan bilgiler arasında yer alır. Bunlardan biri de hurafedir.
Hurafe, “Uydurma, yalan hikaye ve rivayetler” [4] demektir. Bu nedenle “İslâmiyet’ten önceki dinlerden kalan veya dinde olmadığı halde sonradan uydurulan, asılsız, gerçekle alâkası bulunmayan bâtıl inanç, bidat, esatir, efsâne, hikâye, rivâyet ve benzeri şeylerin de genel adıdır.[5] Hurafenin, belli bir sahası, sayısı ve sınırı yoktur. Eski hurafelere yeni hurafelerin eklendiği de bir vakıadır. “Hurafe kelimesi Kur’an’da geçmez, bununla birlikte anlam olarak ona yakın olan “esâtîr” kelimesi dokuz ayette, “lehve-l hadis” [6] ise bir ayette geçer ve Allah yolundan insanları saptırmak ve Kur’an ayetlerini alay konusu yapmak için aslı esası olmayan masalları ifade eder. Hurafe türlerinden en yaygını olan falcılık ise “ ezlâm /fal okları” adıyla Kur’an’da yer alır ve yasaklanır. Cahiliye Arapları, bir işe başlamadan önce üzerinde evet veya hayır yazılan bu oklardan birini çeker ve ona göre işini yapardı.”[7] Falcılığın bir diğer çeşidi ise “yıldız falı” dır.
Yıldız falı yıldızların konum ve hareketlerinin bir işaret sistemi oluşturduğuna, bu sayede insan hayatının evrelerinin bilinebileceği iddiasına dayanır. Batı dillerinde buna astroloji, Türkçe’de müneccimlik, yıldız falı adı verilir. Yıldız falına bakmak üzere yazılmış kitaplara da yıldıznâme denir. Bunlar falcılık tekniğiyle yazılmış bilimsellikten uzak eserlerdir”. “Birtakım işlemler sonucu yıldızların insanları etkilediğine inanmak tevhid inancına aykırı bir durumdur. Bu tür faaliyetler inanç boyutuna taşınmadan fal, eğlence ve fantezi diye yapılsa bile bazı saf insanları aldatma ve onları istismar etme anlamına gelir. Dolayısıyla yıldız bakıcılığı bu şekliyle bir hurafe, bid‘at ve bâtıl inanç olup onu icra eden kimse gayri ahlâkî bir tavır içindedir”. [8]
Bir atasözümüzde “Güneş girmeyen eve doktor girer” denilmektedir. Bu söz, güneş ışığının girdiği evlerde insanların daha sağlıklı, girmediği evlerde ise daha sağlıksız oluşunu ifade eder. Zira hastalığa yakalanmamak için temiz havanın ve güneş ışığının faydası bilinen bir olgudur. Bu benzetmeden hareketle söyleyecek olursak, vahyin/Kur’an ışığının da girmediği bir akla hurafe girer. Bu nedenle Aliya İzzebegoviç “Din hurafeleri yok etmezse, hurafeler dini yok eder” deme ihtiyacı hissetmiştir. Zira bir yerde ışık yoksa, orada karanlık vardır; karanlık varsa orada da ışık yoktur. Dolayısıyla bir insanın aklı Kur’an ışığı ile aydınlanmamış ise o akılda hurafe barınma imkanı bulur; Kur’an ışığı ile aydınlanmış ise bu imkanı bulamaz. Zira Ziya Paşa’nın “Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan/ yarasanın gözü ışıktan rahatsız olur” dediği gibi, hurafe de Kur’an’ın ışığından rahatsız olur. Çünkü Kur’an bilgisi ve ilkeleri, bir akla ulaştı mı, o akılda hurafe yaşamaz/ yaşayamaz.
Bu nedenle hurafelerden ve hurafecilikten uzak durmak ve ona yönelmemek için Kur’anî bilgiler ve ilkeler, büyük önem arz eder. Ancak onun bilgisinden istifade edebilmek için, okunması, anlaşılması ve bu bilgilerin eyleme dönüştürülmesi, aktif hale getirilmesi gerekir. Zira insan ürünü kitaplar gibi Kur’an da etken değil, edilgendir, aktif değil pasiftir. Onu edilgenlikten kurtarıp etken hale, pasif halden kurtarıp aktif hale getirmek de, kendisine inanan insana ait bir sorumluluktur. Bu sorumluluğun gereğini yerine getirmemek, Kur’ân’a gereken değerin verilmediğini, yerine getirmek ise değer verildiğini gösterir. Zira Kur’ân’a, dokunulmaması gereken “kutsal bir kitap” muamelesi yapmak, dolayısıyla önerdiği ilkeleri ve sunduğu bilgileri hayatımıza taşımamak, saygı göstermek adı altında ona hak ettiği değeri vermemek demektir. Bu nedenle ona değer verdiğimizi göstermenin yolu, Kur’an bilgisini, ilke ve kurallarını hayatımıza yansıtmaktan ve onun yol göstericiliğine “kalb-i selim” ile inanmaktan geçmektedir.
[1] Ragıp İsfehânî, Müfredât, chl maddesi.
[2] Hûd,11/44.
[3] İsrâ,17/36.
[4] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1970,s.456.
[5] Yusuf Şevki Yavuz, Hurafe, DİA, İstanbul 1998,18/382-384.
[6] Lokmân,31/6.
[7] Mustafa Öz, Ezlâm, DİA, İstanbul 1995, 12/67.
[8] İlyas Çelebi, Yıldıznâme, DİA, İstanbul 2013, 43/545.