‘İnkâz’ın aslı ‘ne-ka-ze’ fiilidir. Bu da bir vartadan, kurtulması zor olan bir durumdan kurtulmak, necat bulmak demektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 767)
İf’al (geçişli) kalıbından ‘inkâz’; kurtarmak, necat vermek, halas etmek manasına gelir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 14/335)
Kur’an’da beş yerde fiil olarak yer alıyor. İki âyette, dünyada bir kimseyi veya bir şeyi bir yerden, tehlikeden, herhangi bir vartadan; bir âyette şirkten, dolaysıyla Cehennemden; iki âyette de yine Cehennem’den kurtarma anlamında geçiyor.
1.“Dilesek onları suda boğarız. O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de onlar kurtarılırlar (yunkazûne).” (Yâsîn 36/43)
İbni Abbas’a göre âyet, “benim azabımdan onları kimse kurtaramaz” anlamındadır. (el-Hâzin, Muhammed b. İ. Tefsir 4/9)
2.“Ey insanlar! (Size) bir misâl verildi; şimdi onu dinleyin:
Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar.
Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar/onu kurtaramazlar (yestenkızûnehu). İsteyen de âciz, kendinden istenen de!” (Hacc 22/73)
Tevhid inancına göre âlemin, dolaysıyla insanların bir tek ilâhı (tanrısı) vardır. O da Allah Teâlâ’dır. Kur’an bu gerçeğin ikna edici delillerini farklı yerlerde defalarca ortaya koyar, hatırlatır ve muhatapların akletmelerini ister. Burada uydurma, insan yapısı tanrıların hiç gücünün, marifetlerinin olmadığını bir örnekle açıklayarak, onlara kulluk yapmanın ne kadar akılsızlık, hatta gülünç olduğunu ortaya koyuyor.
Âyet, önce muhatapların akletmelerini kısıtlayan önyargılardan, alışkanlıklardan kurtulmalarını ve verilen misâli can kulağı ile dinlemelerini istiyor. İnsanların tarihten beri cansız veya canlı, put şeklinde veya hayâli olarak tanrısal özellikler verdikleri nesneler bir sinek, ya da ona benzer bir şey yaratamazlar, yapamazlar. Hepsi biraraya gelseler de… Hatta sinek onlardan bie şey kapsa, onu bile sineğin elinden kurtaramazlar. (Burada müşriklerin putlarına yiyecek sunmalarının gülünçlüğüne mi işaret edilir? Allahu a’lem) Onlardan medet umanların elleri boş kalmaya mahkûmdur.
Bunun en önemli sebebi onların âlemlerin Rabbi Allah’ın gereği gibi, vahyin ve şerefli elçilerin tanıttığı gibi tanımamaları, idrak edememeleridir. (Komisyon, Kur’an Yolu, 4/38)
3.“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün.
Hep birlikte Allah’ın İpi’ne (Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın (tefrikaya düşmeyin). Allah’ın size olan nimetini hatırlayın:
Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz.
Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı (fe-enkazekum). İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âli İmran 3/103)
Allah’tan gereği gibi korkup-sakınmak, ya da Allah’a karşı sorumlu davranmak takvanın herhâlde en üst seviyesidir.
Bunda iki anlam olduğu düşünülebilir.
Birincisi; her durumda Allah’a itaat etmek, hiç isyan etmemek, daima zikir (hatırlamak) hâli üzere olmak ve her zaman şükretmek, nankörlük yapmamaktır. Bu belki masum peygamberlerin takvasıdır. Bunun için Rabbimiz; “gücünüz yettiği kadar takvalı olun, Allah’tan kokup-sakının” buyurdu. (Teğabun 64/16)
İkincisi; Allah (st) yolunda gücünün yettiği kadar çalışmak, elinden geldiği kadar ilâhi hükümlere uymak, kendi aleyhine olsa bile adâletten, doğruluktan ayrılmamak, bu konuda kınayanın kınmasından korkmamak. Böyle bir takva bilincine herkes sahip olabilir. Zaten emredilen de budur.
Allah’a karşı hakkıyla takvalı olmak için de her şeyden önce Allah’ın İpi’ne sarılmak, Kur’an’ın tefrika dediği ayrılıklara düşmemek, gruplaşmamak, kendi içinde bulunduğu yapıya tutunup, diğer müslümanlara sırtını dönmemek, en azından zihni planda, Dini sahih bir şekilde anlamada, kardeşlik anlayışında vahdet üzere olmak gerekir. Bu İp’e tutunma (i’tisam) için herhangi bir cemaate, yapıya mensup olmak yeterli değildir.
Allah’ın İpi, bir anlamda Allah’a kavuşmaya, ya da Allah’a ait olan şeylere ulaşmaya vasıta olan ve delil demektir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 2/405)
Pek çoklarına göre ‘hablu’llah-Allah’ın İpi Kur’an’dır. (Darimî, Fedâilu’l-Kur’an/1 no: 3318 ve 3320. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 3/378. İbni Atıyye, el-Muharreru’l-Vecîz, s: 338. Suyutî, Itkan fi-Ulumu’l-Kur’an, 1/179)
İnsan Allah’tan gelen hidâyete tabi olursa, O’nun İpi’ne (kopmayan Kulp’a) sımsıkı yapışırsa nihâi anlamda kendini kurtarabilir. (Bkz: Bekara 2/38. Tâhâ 20/123)
Hidâyetten mahrum kalmak ateş çukuruna düşmek gibidir.
Âyet âhiretteki ateşe de işaret etmiş olabilir. Peygamberin sahabeleri kendilerine sunulan daveti kabul edip doğru yolu buldular. Sapıklıktan, uydurma tanrılara ibadet etmekten, isyan ve günahtan böylece uzaklaştırlar. Âlemlerin Rabbine kulluk yaparak dünyada cehennem gibi bir hayat yaşamaktan kurtuldular. Âhirette Cehennem ateşine düşmekten kurtulacakları da ümit edilir.
Peygamber (sav) kendi yaptıkları yüzünden Cehennemi hak etmiş birini kurtaramaz. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
4.“… (Ey Elçi!) Hakkında azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi ve ateşte (Cehennem’de) olanı sen mi kurtaracaksın (tünkızu).” (Zümer 39/19)
Hakkında azap hükmü gerçekleşecek olanlar elbette dünya hayatında, kendilerine Hakikatın bilgisi gelmesine rağmen inatla ve düşmanca inkâr edenler, hak davete karşı eldeki imkanlarıyla mücadele edenler, birden fazla ilâha, yapma tanrılara körü körüne kulluk edenler ve zalim olanlar, haksızlıkta sınır tanımayanlar, ölmeden önce tevbe de etmeyenlerdir.
Kim azabı hak etmişse o kimse âhirette hesaptan sonra Cehennem’e atılacktır ve bunları Rasûlüllah (sav) dahil hiç kimse kurtaramayacaktır.
Takip eden âyette Rabbimiz takva sahipleri için kat kat Cennet köşklerinin hazırlandığını haber veriyor.
Allah (cc) bir şehir halkına elçiler gönderdi. O şehir halkı ise, gelenlerin kendileri gibi beşer olduğunu ileri sürerek, onlara uğursuz dediler ve inanmadılar. Hatta onları kovmakla tehdit ettiler. Aralarından aklı başına birisi; onlara, kendilerinden bir ücret istemeyen, doğru yolda olan bu elçileri dinleyip uymalarını tavsiye etti. Arkasından da:
5.“O’ndan başka tanrılar mı edineyim?
O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse onların (putların) şefâati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar (yunkızûne)” (Yâsîn 36/23) dedi.
Buna göre ilâh (tanrı) zannedilen putlar dünyada bir fayda sağlamayacakları, başa gelebilecek zararları gideremeyecekleri gibi, âhirette de şefaat edemezler (yararlandırmak üzere aracı olamazlar). Onlar âhirette kendilerine kulluk edenleri ne hesabın zorluğundan, ne de Cehennem azabında kurtarabilirler.
Şu hadiste ‘inkâz’ Ateş (Cehennemden) kurtulma anlamında kullanılıyor: Ebu Hurayra (ra) anlatıyor: “Yakın akrabaları uyar” (Şuarâ 26/214) âyeti inzâl olunca Peygamber (sav) Kureyş’i davet etti. Onlar da toplandılar. Peygamber (sav) onlara şöyle dedi:
“-Ey Kâ’b b. Lüey oğulları! Kendiniz Ateş’ten kurtarınız (inkızû).
-Ey Ey Mürra b. Kâ’b oğulları! Kendinizi Ateşten kurtarınız.
-Ey Abd-i Şems oğulları! Kendinizi Ateş’ten kurtarınız.
-Ey Abd- Menaf oğulları! Kendinizi Ateşten kurtarınız.
-Ey Abdulmuttalib oğulları! Kendinizi Ateşten kurtarınız.
-Ey Haşim oğulları! Kendinizi Ateşten kurtarınız.
-Ey Fatıma! Kendini Ateşten kurtarmaya bak. Benim Allah’ın yanında senin için bir şey yapmaya gücüm yetmez…” (Müslim, İman/89 no: 501-504. Ebu Hureyre’nin bu olaya şâhit olması mümkün değildi. Bunu bu olaya tanık olan birinden duymuş olmalı…)
‘İnkâz’ bir hadiste tehlikeden, ölümden kurtarma anlamında geçiyor. (Bkz: Buhârî, Cihad/9 no:2801)
Hüseyin K. Ece