islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,4375
EURO
34,7411
ALTIN
2.439,70
BIST
9.915,62
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
15°C
İstanbul
15°C
Az Bulutlu
Pazartesi Az Bulutlu
17°C
Salı Hafif Yağmurlu
17°C
Çarşamba Az Bulutlu
19°C
Perşembe Az Bulutlu
20°C

ALLAH, “TEK İLÂH’TIR”

ALLAH, “TEK İLÂH’TIR”

Hz. Yusuf bir saray iftirası sonucu zindana atıldığında onunla birlikte iki genç daha zindana atılmış ve orada arkadaş olmuşlardı. Bu gençler zindanda gördükleri bir rüyayı Hz. Yusuf’a yorumlatmak istediklerinde Hz. Yusuf arkadaşlarının bu isteğine cevap vermeden önce onlara bazı nasihatlerde bulunmuş ve şöyle demişti: “Ey mahpus arkadaşlarım! Hangisi daha iyidir: birbirinden ayrı pek çok rab[bın varlığına inanmak] mı, yoksa bütün varlıklara egemen bir tek Allah[a inanmak] mı?Allah’ı bırakıp tapındığınız her şey gerçekte sizin ve atalarınızın kendi muhayyilenizden çıkardığınız [anlamsız] isimlerden öteye geçmemektedir; çünkü bunlar hakkında hiçbir kanıt indirmemiştir Allah. [Neyin doğru, neyin eğri olduğu konusunda] hüküm yalnızca Allah’a aittir. Ve O da kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyuruyor. İşte dosdoğru olan [tek] din budur; ama insanların çoğu bunu bilmez.[1]

Dikkat edilirse bu âyetler, Kur’ân’da tevhidi en muhteşem bir şekilde açıklayan ve gerçek dinin de ne olduğununun tanımını bize açıkça öğreten âyetlerdir. Âyetlerde önce “farklı ilâhlara mı, yoksa tek olan ilâha mı kulluk etmek daha iyidir?” sorusu sorulmakta, arkasından da Allah’ın yanına/yerine/altına koyulan tüm ilâhların anlamsızlığı vurgulanarak bunun “dînul kayyim” yâni “dosdoğru, sabit, sürekli, varlığını, gerçekliğini ve etkinliğini daima koruyup devam ettiren din”  olduğu belirtilmektedir. Bu tamlamaya Râgıb el-İsfahânî de: “hakkı ayakta tutan din” karşılığını vermektedir.[2] İşte insânlık boyunca –bu gün de– tüm anlaşmazlıklar “tek ilâh” olarak Allah’ı kabul edenlerle O’nu “çoğaltmaya/farklılaştırmaya/ayrıştırmaya” çalışan ve Tevhid’i/Ulûhiyyet’i maddi/mânevî eklektik unsurlarla şirke dönüştüren zihniyet/mantık arasında olmuştur. İşte bu çoğaltıcı/eklektik zihniyetin Kur’ân’daki en açık uygulayıcı örneği de “Hz. İsâ’yı uluhiyet mertebesine yükseltmek suretiyle” tevhidi zedeleyen Hristiyanlardır.

Kur’ân, Allah’ın âyetlerini büken bu inanç sahiplerine şöyle seslenmektedir: “Ey İncil’in izleyicileri! Dininiz[in temeli olan hakikat]in sınırlarını aşmayın ve Allah hakkında yalnız hakikati söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih sadece Allah’ın Elçisi –O’nun Meryem’e ulaştırdığı vaadi-[nin tahakkuku]– ve O’nun yarattığı bir can idi. O halde Allah’a ve peygamberlerine inanın ve “[Allah bir] üçlüdür!” demeyin. Kendi iyiliğiniz için [bu iddiadan] vazgeçin. Allah, Tek İlâh’tır; çocuk sahibi olmaktan münezzehtir: göklerde ve yerde olan her şey O’na aittir ve hiç kimse Allah kadar güvene layık değildir.[3]

Âyetin hitabına baktığımızda bu seslenişin İncil’in izleyicisi/takipçisi olanlara yapıldığını görmekteyiz. Gerçi âyetin bu ifâdesinde İncil kelimesi geçmemekte onun yerine vahye muhatap olan insânlar yâni “Ehl-i Kitap” tamlaması kullanılmaktadır. Ama bu âyetteki uyarı Hristiyanlara olduğunundan kitâb terimi “İncil” olarak çevrilmiştir. İncîl kelimesinin aslı “iyi/hayırlı haber/müjde” anlamına gelen Yunanca “euaggelion/euangelion” olup Latince’ye “evangelium”, Fransızca’ya da “évangile” olarak geçmiştir. Kur’ân’da İncil kelimesi, geç Mekke dönemine ait bir sûre dışında tamamı Medenî sûrelerde olmak üzere on iki yerde geçmekte ve bu âyetlerin tamamı Hz. Îsâ’nın tebliğ ettiği ilâhî vahyi, Hz. Peygamber döneminde yaşayan Hristiyanların elinde bulunan kitabı ifade etmektedir.[4]

Ama şu da bir gerçek ki; İncil/euaggelion kelimesini, Ahd-i Cedîd[5] külliyatı içinde Hristiyanî olarak ilk defa Pavlus “Îsâ tarafından öğretilen yeni doktrin” anlamında kullanmıştır. Özetle; İncil kelimesi, havâriler sonrası dönemde II. yüzyıldan itibaren kilise dilinde kurtuluş müjdesiyle Îsâ Mesîh’in doktrinini içeren, havârilerin bizzat görgü tanığı oldukları yazıları, Hz. Îsâ’nın hayat ve öğretisine dair havârilere ait dinî bilgileri ihtiva eden kitapları ifade etmeye başladı. Bu çerçevede önce söz konusu kitapların muhtevasını belirtmek, kurtuluş müjdesini bir bütünlük içinde ifade etmek üzere tekil; daha sonra kitapların kendileri için çoğul olarak kullanıldı. İncil kelimesini kitap anlamında kullanan ilk kişi Justin’dir, II. yüzyılın ortasında Justin bu kelimeye çoğul şekliyle yer vermiş ve “havârilerin hâtıratı” olarak nitelendirmiştir. Kur’an’da İncil daha çok Tevrat’la birlikte zikredilmekte, Hz. Îsâ’nın Tevrat’ı tasdik ettiği, kendisine kitabın, hikmetin, Tevrat ve İncil’in öğretildiği bildirilmektedir. Şu halde Kur’ân terminolojisinde İncil, sadece bir müjde ve mesajı değil aynı zamanda o müjde ve mesajı ihtiva eden kutsal kitabı da ifade etmektdir.[6]

Âyetin bu seslenişinden sonra kitap ehline yapılan ilk uyarı “dinin sınırlarını aşmamaları” ve “Allah hakkında yalnız doğruyu/hakîkati söylemeleridir.” Âyette geçen “taglû” fiili “taşkınlık/aşırılık” demektir. Bu da bize gösteriyor ki; vahiy aracılığı ile gerçek “dine/fî dînikum” sahip olan bu insânlar, bu hakîkat doğrultusunda yaşayacak/inanacak yerde kendilerine gelen ilimden sonra inanç noktasında tevhidin sınırlarını aşmış ve Allah hakkında yanlış tasavvurlar oluşturarak hak ve hakîkati gizlemişlerdir. Bu gizlenen/çarpıtılan hakikât ise Meryem oğlu İsâ Mesih’in –tüm diğer peygamberler gibi– Allah’ın “resûlü/elçisi” ve aynı zamanda onun yine Allah tarafından “Meryem’e atılmış/ulaştırılmış bir kelimesi ve O’ndan bir rûh” olduğu gerçeğidir. Hz. İsâ’nın Meryem oğlu olarak tanımlanması yâni Hz. İsâ’nın annesine nispet edilerek anılması, onun diğer insânlardan farklı bir yaratılışa sahip olduğu; babasız yaratıldığı gerçeğine işaret etmek içindir. Bir başka yaklaşım da babasız dünyaya gelmesi sebebiyle ona ilâhlık vasfını yakıştıranlara yanlışlarını hatırlatmak, onun da diğer insanlar gibi bir annenin rahminde yaratılıp dünyâya gönderildiğine vurgu yapmaktır.

Hz. İsâ’nın “resûl” olması; O’nun Allah tarafından seçilmiş, bu âleme gönderilerek insânları müjdelemek ve uyarmak görevi/sorumluluğu ile yüklenmiş olduğunun ifâdesidir ve bu terim/kavram üzerinde tartışma yoktur. Ama bunun yanında Hz. İsâ’nın “Allah’tan Meryem’e ulaşan/atılan bir kelime” olarak tanımlanmasında geçen “kelime” ile neyin anlatılmak istendiği hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kur’ân’da “kelime” kavramıyla doğrudan Hz. İsâ’nın işâret edildiği üç âyet bulunmaktadır. Bunlar; Âl-i İmrân/39, 45 ve Nisâ/171. âyetleridir. Bütün bu âyetleri inceleyen müfessirler ortak ve herkes tarafından rahat anlaşılır bir karşılık olarak Hz. İsâ’nın Allah’ın “kün/Ol” emri neticesinde mûcizevî bir şekilde doğduğu için onun “kelimetullah” şeklinde nitelendirildiğini söylemişlerdir. Başka bir görüş de “kelime” ifâdesinin Kur’ân’da çoğunlukla Allah’tan bir tebliğ, yahut Allah’ın irâdesinin bir tezahürü veya O’nun vaadi anlamında kullanıldığı[7] gerçeğinden yola çıkarak “Allah’ın Kelimesi”nin vahiy aracılığıyla yapılan ilâhî bir vaad’e işaret ettiğini bildirmişlerdir.

Yine Hz. İsâ için kullanılan “Mesih” ismine gelince bu kelimenin aslı Ârâmîce “meşiha”, İbrânîce “mâşiah”tır. Sâmî dillerde müşterek olan kelimenin fiil kökü Arapça’da “meseha”, Asur dilinde “maşâhu”, Ârâmîce ve İbrânîce’de “mâşâh” olup “el sürmek, elle sıvazlamak, boyutunu anlamak için eli bir şeyin üzerine koymak, yağ sürmek, yağla meshetmek” anlamındadır. Terim olarak Mesîh ise “yağ sürülmüş, yani yağla meshetmek sûretiyle bir işe hasredilmiş, dinî bir görevi ifâya elverişli hale getirilmiş, dinî bir görevle vazifelendirilmiş, Allah’ın bir görev yüklemek üzere el koyduğu kişi” mânasına gelmektedir.

Son olarak âyetin ilk bölümünde “Resûl, kelime ve Mesîh” tanımlamalarından sonra yine Hz. İsâ için kullanılan “rûhun minhu” yâni “O’ndan bir rûh” ifâdesi üzerinde de farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu konuda müfessirler rûh kelimesinin Kur’ân’da taşıdığı çeşitli anlamlardan yâni “ilhâm, hayat soluğu, can” gibi karşılıklardan yola çıkarak, bu ifâdenin Hz. İsâ’nın Allah tarafından “yaratılan bir can” ve buna bağlı olarak da O’nun saf insân tabiatını vurgulayan bir tanımlama olduğunu söylemişlerdir. Kısaca Allah Hz. İsâ’yı “ruhundan bir nefes” olarak tanımlanan bilinçli bir can ile onu donatarak/yaratarak dünyâya getirmiştir. Aslında bütün insanların özünde aynı rûh vardır; çünkü Allah ilk insânın maddesini yaratıp ona insân şeklini de verdikten sonra aynı rûhtan ona da üflemiş, o biyolojik yapı içine “bir ilâhî emir olan ve mahiyeti bilinmeyen rûh”tan bir parça yerleştirmiş ve insânı onunla tamamlamıştır.[8]

Âyetin buraya kadar olan açıklamaları görüldüğü gibi Hz. İsâ’nın –doğumundaki olağanüstülük hariç– O’nun diğer peygamberler gibi Allah’ın seçtiği bir peygamber olduğu[9] ve yine Allah’ın vaadinin bir sonucu olarak bir anneden doğduğu ve ilâhî vahiyle donatıldığı gerçeğini bize anlatmaktadır. İşte bu temel hakîkatten/tespitten sonra âyet Hristiyanlara yönelmekte ve onlardan Allah’a ve O’nun peygamberine bu çerçevede inanmalarını istemekte ve onlara “teslis” düşüncelerinden yâni “Allah bir üçlüdür” iddialarından vazgeçmelerini söylemektedir.

Teslîs[10]; Allah’ın “Baba, Oğul ve Kutsal Rûh” olmak üzere üç farklı ilâhî varlıktan oluşan bir birliktelik/ilâhlık olduğunu iddia eden bir öğretidir ve Hristiyanlığın temel bir amentüsüdür. Her ne kadar Hristiyan teologları, teslîsin tek bir İlâh’taki üçlü yapıyı ifâde ettiğini ve bir tevhid biçimi olarak kabul edilmesi gerektiğini ileri sürseler de Hristiyan geleneğinde bile tartışmalı olan bu inanç, Kur’ân’da Allah’ın mutlak birliği ve tekliği mânasında tevhid akîdesine aykırı görülmüş ve Hristiyanlığa yönelik en önemli eleştirilerin başında yer almıştır. Çünkü Kur’ân, Allah’ın mutlak birliğini, egemenliğini veyâ doğasını paylaşayan herhangi bir varlığın olduğu görüşüne kapalıdır. Aslında Hz. İsâ’nın gönderildiği dönemde, bu üçlü yapıya dönüştürülmüş teslîs ifâdesi, ne Tevrat’ta ne de sonradan yazılan İnciller içerisinde yer almamaktadır. Teslîs kelimesi, ilk defa Antakya Patriği Teofilos tarafından yaklaşık 180 yılında bugün anlaşılan mânada teslîs doktrinini kastetmeden “Allah”, “Allah’nın kelimesi” ve “Allah’nın hikmeti” şeklinde kullanılmıştır. Bu inancın Hristiyan amentüsü içerisine katılışı, 325 tarihinde gerçekleşen İznik Konsili’nde “Baba” ve “Oğul”un, 381 yılında da İstanbul Konsili’nde “Kutsal Rûh”un ilâh olduğunun kabulünün “parmak hesabıyla” karara bağlanmasıyla olmuştur.[11]

Şüphesiz kısa bir pragrafla değindiğimiz teslîs anlayışı/inancı üzerinde şimdiye kadar sayısız kitaplar, makaleler yazılmıştır ve bu konudaki tartışmalar bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da sürdürülmeye devâm edecektir. Ama şunu iyi bilelim ki; geçmiş vahyin takipçilerinin doğrularını tasdik eden ve yanlışlarını da tahsis eden Kur’ân bu konuda son sözünü söylemiş ve Allah’ın ulûhiyetine –sanki eksikmiş gibi– eklentilmeye çalışılan unsurları –iyi niyetle dahi olsa– reddederek bunu tevhidi zedeleyen bir şirk olarak görmüştür. Yine yaratılmışları Yaratan’a ortak kılma düşüncesi ve Allah’ın tecellîlerini/sıfatlarını O’nun Zât’ıyla özdeşleştirme çabaları Kur’ân tarafından açıkça reddedilmiş ve küfre sapmak olarak nitelendirilmiştir.[12] Bu konuda şunu da ilâve edelim ki; Hristiyanlar, hakikât ve marifet noktasında Allah’ın insânla olan ilişkisini ilgilendiren bu alanda kendi kutsal metinlerini doğru anlamamış, inançlarını paganlaştırmış[13] ve üstelik kendi aralarında bile bir görüş birliğine varamamışlardır.[14]

Kur’ân Mâide/116-118. âyetlerinde ölüm ötesi hayatta Hz. İsâ’ya, vefatından sonra teslîs’i inançlarının bir parçası yapacak olan takipçileri hakkında şu soruyu soracağını bize şöyle bildirmektedir:

Ve işte o zaman Allah, ‘Ey İsâ, ey Meryem oğlu!’ dedi, Sen insânlara, ‘Allah’tan başka ilâhlar olarak bana ve anneme kulluk edin’ dedin mi?” [İsâ] cevap verdi: “Sen yücelikte sonsuzsun! [Söylemeye] hakkım olmayan bir şeyi hiç söyleyebilir miyim? Bunu söylemiş olsaydım Sen muhakkak bilirdin! Sen benim içimdeki her şeyi bilirsin, halbuki ben Senin Zâtın’da olanı bilemem. Şüphe yok ki, yaratılmış varlıkların idrâkini aşan her şeyi tam bilen yalnız Sensin.”[15]

Ben onlara [söylememi] emrettiğin şeyden başkasını söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz [olan] Allah’a kulluk edin’ (dedim). Ve onların arasında yaşadığım sürece yaptıklarına şahitlik ettim: Ama Sen bana ölümü verdikten sonra onların koruyucusu yalnız Sen oldun: Zaten Sen her şeye şahitsin. Şayet onları azaba çarptırırsan -şüphesiz onlar Senin kullarındır; ve eğer onları bağışlarsan- şüphesiz yalnız Sensin kudret sahibi, hikmet sahibi![16]

Görülüyor ki âyetlerde Hz. Meryem’i de Hz. İsâ’yı da teslîs inancının öğesi hâline getirecek kadar ileri giden Hristiyanlara Hz. İsâ’nın dilinden cevap verilmektedir. Bu cevapta Hz. İsâ söylemediklerini yalanlamakta ve neler söylediğini de açıklamaktadır. O’nun “hakkım olmayan bir şeyi hiç söyleyebilir miyim?” ifâdesi, böyle bir sözü söylemeye hakkı olmadığını belirtmek için değil, kendisinin asla ilâh olamayacağını ve böyle bir iddiada bulunamayacağını ifade etmek içindir. Veyâ başka bir yaklaşımla bu söz “Gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz” anlamını taşımaktadır. Sonrasında ise Hz İsâ, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu ve ne ile görevlendirildiyse onu toplumuna söylediğini hatırlatmakta ve tebliğinin özünün de “tek ilâh olan Allah’a kulluk olduğunu” bildirmektedir.

Üzerinde durduğumuz Nisâ/171. âyetinin son kısmı da aynı gerçeği bize vurgulayarak tek ilâh olan Allah’ın çocuk sahibi[17] olmaktan uzak/aşkın/münezzeh olduğunu söylemekte, arkasından da “Allah kadar güvene lâyık bir varlığın olmadığı” ilâve etmektedir. Kur’ân Hristiyanların “Allah oğul edinmiştir” veyâ “İsâ Allah’ın oğludur” şeklindeki inancını biri genel, diğeri özel olmak üzere iki şekilde reddetmektedir. Genel olan, Allah’ın baba olmasının ve oğul edinmesinin imkânsızlığı, böyle bir tasavvurun “bir, tek, eşi ve benzeri bulunmayan, her şeyi kuşatan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu Allah” kavramına aykırı olduğu, bununla çeliştiği ve ikisinin bir arada düşünülemeyeceğidir.

Özel olan ise Hz. Îsâ’nın hayatından, yapıp ettiklerinden yola çıkan yaklaşımdır. Gerek Kur’ân’da ve gerekse elde mevcut olan İnciller’de Hz. Îsâ’nın, babasız da olsa bir anadan doğduğu, diğer insânlar gibi yiyerek, içerek, hastalanıp iyi olarak, acı çekerek, Allah’a ibâdet ve duâ ederek yaşadığı, sonunda Yahudilerin hışmından Allah’a sığındığı te’vil götürmeyecek biçimde ifâde edilmiştir. İşte bütün bu özellikler ve nitelikler Allah veya O’nun oğlu olma kavramına ters düşmekte ve bununla çelişmektedir.

Peygamberler, yeryüzünde Allah’ın tavır ve tarzının, ilâhî güzellik ve mükemmelliğin madde ve mânâ hâlinde en ileri belirişleridir. Bunun içindir ki; bir peygamber, kendisine ulûhiyet vasfı verilmemek ve bir de kendisinden bir üst mertebedeki peygamberlerin  yerine çıkarılmamak kaydıyla, akla gelebilecek her türlü övgüyle övülebilirler. İşte Hz. İsâ da Kur’ânda “ulü’l azm[18] peygamber arasında sayılmış[19] ve Allah’ın övgüsünü kazanmış bir peygamberdir.[20] Aynı şekilde babasız dünyaya geldiği annesi Hz. Meryem de Kur’ân’da adanmışlığı, iffeti ve arınmışlığıyla yüceltilmiş ve “bütün dünya kadınlarının üstünde bir konuma[21] çıkarılmıştır. Şimdi gerçek böyleyken hakîkati çarpıtan/saptıran Hristiyanlar, ilâhî vahyin âyetlerini bükmüş, Hz. İsâ’nın nebilik vasfını kavrayamayarak kulluk vasıflarını aşırı övmeye yeltenmiş ve sonunda O’nu da, annesini de ulûhiyetin bir parçası hâline dönüştürmüşlerdir. Kur’ân ise bu “üçlemeye” karşı çıkmış ve Hristiyanlara yine Hz. İsâ’nın dilinden seslenerek “Allah’ın tek ilâh” olduğunu tekrar vurgulamıştır.

Son söz yine Kur’ân’dan: “Ne İsâ, Allah’ın kulu olmaktan kaçınacak kadar gurura kapıldı, ne de O’na yakın olan melekler. O’na kulluk yapmaktan vazgeçecek kadar gurura kapılanlar ve küstahça böbürlenenler [bilsinler ki Hesap Günü] Allah hepsini Kendi katında toplayacaktır: orada, iman edip doğru ve yararlı işler yapanlara bütün mükâfatlarını bağışlayacak ve lütfuyla fazlasını da verecektir; gururlanan ve küstahça böbürlenenleri ise şiddetli bir azap ile cezalandıracaktır: onlar kendilerini ne Allah’tan koruyacak ve ne de yardım edecek birini bulabileceklerdir.[22]

NECMETTİN ŞAHİNLER 

MİRATHABER.COM -YOUTUBE-

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

[1] Yusuf/39-40  “Yâ sâhibeyis sicni e erbâbun muteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdul kahhâr(kahhâru). Mâ ta’budûne min dûnihî illâ esmâen semmeytumûhâ entum ve âbâukum mâ enzelallâhu bihâ min sultân(sultânin), inil hukmu illâ lillâh(lillâhi), emere ellâ ta’budû illâ iyyâh(iyyâhu), zâliked dînul kayyimu ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn(ya’lemûne).

[2] Kur’an sözlüklerinde bu tabir bütün hak peygamberlerin tebliğ ettiği, hurafe ihtiva etmeyen, iman esaslarında ve ana ilkelerinde hiçbir çelişki bulunmayan, tahrife uğramamış prensiplere sahip, insanın yaratılış özelliklerine en uygun, dünya ve âhiret işlerini dengeli bir biçimde düzenleyen din olarak tefsir edilmiştir.

[3] Nisâ/171  “Yâ ehlel kitâbi lâ taglû fî dînikum ve lâ tekûlû alâllâhi illel hakk(hakka) innemel mesîhu îsebnu meryeme resûlullâhi ve kelimetuh(kelimetuhu), elkâhâ ilâ meryeme ve rûhun minh(minhu), fe âminû billâhi ve rusulih(rusulihî), ve lâ tekûlû selâseh(selâsetun) intehû hayran lekum innemâllâhu ilâhun vâhid(vâhidun), subhânehû en yekûne lehu veled(veledun), lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard(ardı) ve kefâ billâhi vekîlâ(vekîlen).

[4] A‘râf/157

[5] Yeni Ahit veya Yeni Antlaşma, Kitab-ı Mukaddes’in Eski Ahit’in ardından gelen ve Grekçe kaleme alınmış olan ikinci kısmına Hristiyanların verdiği isimdir. İnançlı Yahudilerce “Yeni Ahit” kabul edilmez. Hristiyanlarca kutsal kabul edilen 27 kitapçıktan oluşan bir kitap bütünüdür.

[6] Elimizdeki incîl nüshalarının en eskisi ise M.S. 280 lerde istinsâh edildiği anlaşılan Grekçe bir nüshadır. Zâten Hz. İsâ’nın kullandığı Arâmî dilinde yazılmış hiç bir İncîl günümüze ulaşmış değildir. Bir de 1945 yılında Mısır’da keşfedilmiş ve M.S. 340 dolaylarında istisah edilmiş olduğu tesbit edilmiş olan Kıptîce“Azîz Toma’ya Göre İncîl”vardır. Fakat bu İncîl de apokrif bir İncîl’dir.

[7] Nisâ/171;  En’âm/34, 115, Yunus/64, Kehf/28

[8] Hicr/29

[9]  Mâide/75  “Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir: [Diğer] bütün peygamberler o’ndan önce gelip geçti; o’nun annesi, hakikatten asla sapmamış olan biriydi; ve onların ikisi de [diğer ölümlüler gibi] yiyecekle beslenirdi.” Bakın, bu mesajları onlara nasıl açıkladık: ve sonra bakın, nasıl tersyüz olmuştur onların zihinleri!

[10] Gr. trias; Lat. trinitas

[11] Hristiyan inancına göre Baba Allah yaratıcı; Îsâ Mesîh kurtarıcı ve yargılayıcı, Rûhulkudüs de takdis edicidir.

[12] Mâide/72   “Gerçekten, “Allah Meryem oğlu Mesih’dir” diyenler hakikati inkar etmiş olurlar; [bizzat] Mesih’in, “Ey İsrailoğulları! [Yalnızca] hem benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!” dediğini gördükleri halde. Unutmayın, kim Allah’tan başka bir varlığa ilâhlık yakıştırırsa, Allah onu cennetten mahrum edecek ve böylelerinin varış yeri cehennem olacaktır: ve böyle zalimler kendilerine bir yardımcı bulamayacaklardır.”

[13] Eski Sırrî Dinler’in başlıca sırrı insânların mutluluğu için Tanrı’nın kurban edilerek kefâret verilmesi düşüncesidir. Bu, kulları için ilkbahardaki gündönümünde ızdırâb çekerek ölen ve dirilen bir Tanrı’nın söz konusu olduğu Sırrî Dinler’in hepsinde de bulunan efsânevî bir leitmotif’tir. Her yıl Tanrı Temmuz, Tanrı Adonis, Tanrı Osiris ve Tanrı Attis’in (tıpkı Mesîh İsâ gibi) öldüklerine ve (tıpkı Mesîh İsâ gibi) üç gün sonra da dirildiklerine inanılırdı. Bu dünyevî ölümlerinde ise Tanrı Adonis’in, Tanrı Attis’in, Tanrıça İştar’ın ve Tanrı Orfeus’un (tıpkı Mesîh İsâ gibi) Cehennem’e indiklerine de inanılırdı. Bu Tanrıların çoğu (tıpkı Mesîh İsâ’ya önce Antakya Hristiyanları ve daha sonra da  Roma Kilisesi tarafından verilmiş olan Grekçe Kyrios= Efendi=Rabb lâkabı gibi) Efendi lâkabıyla anılırlardı. Kezâ bunlara tıpkı daha sonra Hz İsâ’ya da verilmiş olduğu gibi, Kurtarıcı (Halâskâr; Grekçe: Sôter) sıfatı da yakıştırılmıştı. Bu Tanrılar’dan Yeni Ahid’in Mesîh İsâ’sını en çok andıranı ise, hiç kuşkusuz, Mitra’dır. O da “Nûrânî Baba’nın sağındaki Oğul” olarak telâkki edilmektedir. O da Mesîh İsâ gibi bekârdır. O da önce ölmekte ve sonra dirilmektedir. O da Âhiret’te yeniden diriltilecek olan yaşayanlar ve ölüler hakkında hüküm vermek üzere” geri gelecektir. Mitra dininin âyinlerinde de hâtıra tâzeleyici ortak bir yemek ve dine ilk  girenler için bir vaftiz merâsimi vardır.

[14] Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyenler bizim “Tanrı İsâ’dan Tavrı İsâ’ya” adlı kitabımıza başvurabilirler.

[15]Mâide/116   “Ve iz kâlellâhu yâ îsebne meryeme e ente kulte lin nâsittehizûnî ve ummiye ilâheyni min dûnillâh(dûnillâhi) kâle subhâneke mâ yekûnu lî en ekûle mâ leyse lî bi hakk(hakkın) in kuntu kultuhu fe kad alimteh(alimtehu) ta’lemû mâ fî nefsî ve lâ a’lemu mâ fî nefsik(nefsike) inneke ente allemul guyûb(guyûbi).

[16] Mâide/117-118  “Mâ kultu lehum illâ mâ emertenî bihî eni’budûllâhe rabbî ve rabbekum, ve kuntu aleyhim şehîden mâ dumtu fîhim, fe lemmâ teveffeytenî kunte enter rakîbe aleyhim ve ente alâ kulli şey’in şehîd(şehîdun).İn tuazzibhum fe innehum ibâduk(ibâduke), ve in tagfir lehum fe inneke entel azîzul hakîm(hakîmu).

[17] Tevbe/30

[18] Ahkâf/35

[19] Ülü’l-azm peygamberlere hitap eden âyetlerde dikkati çeken üç kavram yer almaktadır: Sabır, azim ve mîsâk. “Sıkıntıya, belâ ve güçlüklere karşı direnip bunların ortadan kalkacağına inanmak” anlamındaki sabırla “dayanıklı ve kararlı olmak” mânasındaki azim birbirinden ayrılmayan iki kavram durumundadır.

[20] Âl-i İmrân/33, 45, 48; En‘âm/85-87; Meryem /19, 33

[21] Âl-i İmrân/42

[22] Nisâ/172-173

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Köksal Alşan dedi ki:

    Yeni nesli kucaklayan böyle yaklaşımlara öyle muhtacız ki.Harika bir yazı ve çözümleme.